10 Ekim 2009 Cumartesi

Don't Candle It


10.10 olmuş tarih. Böyle aynı sayıların peş peşe geldiği tarih ve saatleri takip eder oldum 1 yıldır. Başlarda hoş bi eğlenceydi bu, şimdilerde ise maziyi hatırlatan küçük bir işaret. Mazi de aslında çok ağır kaçan bir kelime gibi geliyor kulağa. Mazi demeyelim de benim farklı bir ben olduğum zamanlara ait, zamanının ötesine kalmayı becerebilmiş bir yadigar gibi.

Hani karanlığa küfredeceğine, bir mum yak diye hoş bi söz var ya, cidden düşündürücü. Sen yak mumunu gez tabi de, kolay değil işte o. Küfredilen karanlıkta parlayan tek bir mum göz yorar, garipsenir, karanlığa alışkın gözleri acıtır. Her ne kadar senin gibi o karanlıktakiler de iyi niyetli olursa olsun oluşan farklılık rahatsızlık yaratır. Sen de bari söndüreyim şu mumu da kimse rahatsız olmasın, hazır olduklarında yakarlar zaten mumlarını kendileri dersin. Sönen mumun getirdiği karanlıkta da dayanamayacağın için çözümü gözlerini kapamakta bulursun.

Değişim de böyle. Sürekli değişim iyidir/kötüdür, değişmeyen tek şeydir gibisinden salak saçma genellemeler yaparız bazı bazı. Bu değişen yapıların/kişilerin/davranışların meydana getirdiği karanlıkta mum yakmaya kalkarsanız, ışıktan rahatsız olan kişilerin yerini aydınlatılmak istenmeyen, kıyıda köşede kalması gerektiğini hisseden düşünceleriniz ve duygularınız size hoş olmayan şeyler söyleyebilir, şikayetlerini peşi sıra dile getirebilir. Bu yüzden yakmayın mumunuzu. Değişim karşısında kapatın gözlerinizi, yumun sıkı sıkı. O kadar sıkı yumun ki oraya karanlık bile giremesin, sadece siz olun. Gelmesin gözünüzün önüne hiçbir şey, üzemesin sizi o karanlıktaki duygular, düşünceler, hayalkırıklıkları.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Zürafa

Yeni En Sevdiğim Hayvan: Zürafa

6 Ekim 2009 Salı

6 Ekim

- Merhaba

- Günün tatil olması ve buna bağlı olarak da biraz vakit bulmam sayesinde yeni bir şeyler karalamak istedim.

- Acıktım bi de ben . Kalkıp kendime yemek hazırlamaya da üşeniyorum. Açlığımın tembelliğimi yenecek düzeye gelmesini bekliyorum.

- Şu an Dr. House gibi yürüyorum. Bacaklarımı hareket ettirmek büyük çaba gerektiriyor. Pazar günü gittiğim halı saha maçında sınırlarımı zorladım. Zaten sınırlarım çok da yüksek olmadığı için, kolayca zorlanabiliyor. Halı sahada aldığım hasar üzerine dün de okuldan çıktıktan sonra yürürken kaldırım kenarlarında o şeylerden birine bindirdim. Sol bacağımda kendini zaman zaman hissettiren bi' şişlik meydana geldi. O saçma şeylere zaten 2 haftada bir çarpıyorum en az. Sınıf başkanı yetkimi kullanarak kaldırtcam onları okul önlerinden. Bu ülkenin genç beyinlerine yazık oluyor.

- Bu arada ben sınıf başkanı oldum. 5 gün başkanlık yaptıktan sonra da endüstri mühendisi olmaya karar verdim. Ama tam emin de değilim gibi. Bi de kulüp seçelim. Ondan sonra farklı bir mesleğe karar veririm belki, belli olmaz n'apcağım.

- Anlık Sevinç: Blok dersin ortasında çalan zil.

- Anlık Hüzün: Okuldaki musluklarda elini yıkarken birden suyun kesilmesi.

- Yeni Fikir: Fotoselli apartman kapısı (sadece içeriden açılacak).

- O değil de, ima çok garip bir şey. Eskiden hep imaları anlamadığım söylenirdi. Sonra sonra kendimi vermeye başladım bu işe. Tamam, artık imaları fark ediyorum da, paranoyak oldum şimdi de. Her sözde bir şeyler arıyorum. Düşün düşün, kafayı yiyorum kısa süreli.

- Kahverengi hırkam ve montumdan sonra şimdi de kahverengi bi kravatım oldu. Kahverengi ailesi olarak mutluyuz.

- Aldığımız ama uygulamadığımız kararlarımız bu ülkenin yoksul kesimiyse, uyguladığımız kesim ise bu ülkenin elit tabakasıdır. Sayısal fark o kadar fazla işte.

- Okula da alışmaya başladım ben. İnsan mecbur kalınca alışıveriyor sanırım her şeye. Her şey mi yoksa herşey mi bilemedim. Hemen TDK'nın sitesine girdim. Sözcüğün doğrusunu bulamasam da ilginç başka bir şey buldum. Güldüm de biraz. Bu yüzden paylaşıyorum;
Tam okunmasa da, işaret içine aldığım yerde "house party" yazıyor. Türk Dil Kurumu'nun Türkçe kelimelerin doğru yazımı bölümünde böyle bir kelime bana ilginç geldi, ne diyim.

- Eskiden de makul bi insan değildim çok ama bu aralar iyice garipsemeye başladım kendimi. Bazen küçük şeyler için çok mutlu oluyorum. Ama böyle çok da önemli olmayan şeylere. Mutlu oldum mu da böyle çok garip mutlu oluyorum, dolup dolup taşıyor içimde sanki bir şeyler. O kadar coşkulu mutlu oluyorum. He tabi çok mutluyum, çok coşkuluyum, yuppiiii hadi zıplayalım, demiyorum da, içten içe oluyor bir şeyler. İlginç, ne diyelim.

- Hani garip dediklerinde, normal ne peki, diye soruyorsun da konuşma tıkanıyor ya. Çünkü kime göre neye göre normal di mi yani. Bu yüzden gariplik aslında kişilik gibi, çok da kurcalamamalı insan kendini, ben garip miyim lan diye.

- Sınıfta bana yapılan en büyük iyilik bana kulaklık vermek. Benimkinin bir tarafı koptu, tek kulakla da soyutlanamıyorsun tabi. Bana kulaklık veren insanlar, sokak kedisini soğuk bi kış gününde alıp, evine götürüp besleyen insanlar gibi aslında. İkisi de aynı büyüklükte iyilikler bana kalırsa.

- Bazen yaptıklarınızın farkına varmıyorsunuz ama yaptıklarınız çok koyabiliyor bana kimi zaman. Gerçi yazmanın ne yararı var bunları bilmiyorum. Blogumda da içimi dökemeyeceksem nerede dökecem ama di mi.

- Hava kararınca dışarıda olmak çok güzel, çok mutlu edici.

- Yoyomu özledim. Ne güzeldi o öyle. Atarsın, sonra düşünmeye başlarsın acaba bu sefer gelmeyecek mi diye. Sonra yine gelir ya eline, ne güzel bir şey o. Gidip yenisini alacağım.

- Geçen hafta okula gitmeden önce bi çılgınlık yapayım dedim ve kahvaltı yaptım. Biliyorum, aynı cümlede bir kelime iki kere yazılınca hoş durmuyor ama yapacak pek bir şey de yok. Neyse, konuyu dağıtmayın. He-man vardı televizyonda. Oturdum izledim. 10 yıl sonra kahvaltıyla beraber He-man izlemenin meydana getirdiği bi sırıtışla geldim okula. Gerçi okulda silindi o sırıtış, ama hiç yoktan mutlu oldum sabah sabah.

- "Ağaç yapraklarıyla gürler", " Nerede çokluk, orada bokluk". Bence bir komisyon kurulsun ve bu verdiğim örneklerdeki gibi çelişen atasözleri arasında bir tercih yapılsın ve onu kullanalım, diğerini silelim. Atalarımız kafamızı karıştırıyor bu gibi sözlerle çünkü.

- Artık böyle pıtır pıtır maddeli yazılar yazabiliyorum. Diğerleri çok zaman alıyor. Benim de o kadar vaktim olmuyor. Olsa da kafama bin türlü şey geliyor, dikkatim dağılıyor. Bundan mütevellit bir süreliğine bu tür şeylerle idare edeceksiniz. Pizza Hut'ta sınırsız menü alıp da, şu çorbayı hemen içeyim de pizzaya başlayayım diyen insan gibi hissettirebilecek yazılar bunlar.

- Karnım çok acıktı.



24 Eylül 2009 Perşembe

24 Eylül

- Hadi başlayalım.

- Bugün okula gittik işte. Zaten bu yıl bi bokluk olacağı okulların perşembe açılmasından belliydi. Ulan günde 8 ders; haftada 6 matematik, 5 fizik, 5 biyoloji... Can mı dayanır buna! Bi de 8de başlıyoruz. Peh

- O neyse de, bugün böyle görmek istediğim insanları gördüm. Hoş oldu he, sevdindim baya. O değil de Aslı sen ya uzamışsın ya süzülmüşsün, vardı sende bi' şeyler. Gerçi bilmiyorum, belki de bana öyle gelmiştir, iyi niyetli insanım ne de olsa.

- Ya görmek istediğim 2 kişi daha vardı. Onlar gelmedi. Gelcekmiş biri yarın. Diğeri de pazartesi gelecekmiş. Belki okul daha çekilebilir olur onların da sınıfa katılmasıyla.

- Okul hakkında baya şey var söyleyeceğim de, bu kadarı yeter. Uzatmayayım daha fazla. Ben böyle aklıma gelen bazı şeyleri telefonuma kaydediyorum epeydir. Oradan bi kaç şey yazayım en iyisi diyordum da, baktım şimdi, öyle pek de kısa kısa geçilecek şeyler değil. Her biri üzerinde durulması gereken konularmış, haklarını yemiyeyim 2-3 satırla.

- Ayakkabı bağcığına güvenmeyeceksin arkadaş. Tam sıkıca bağlıyorsun, heh artık çözülmez, deyip yürümene devam ediyorsun. Biraz gidiyorsun işte, sağa sola bakıyorsun, havaya bakıyorsun, hayat ne garip lan vapurlar falan diye düşünüyorsun. Ayakkabım ne alemde lan diye merak edip bakıyorsun, çözülmemiş oluyor, oh deyip rahatlıyorsun. Ama buradan sonra totoşluğunu gösteriyor ayakkabı bağcıkları. Tam " Aa ne garip lan. Yayalar için yapılan bu yürüyen adamlı hareketli yeşil ışık, moonwalk yapıyor gibi sanki galiba. Dur ben bunu bi söyliyeyim aysuya, ne tepki vercek" diyorsun, telefonu alıyorsun cebinden. O da nesi! Bağcıkların çözülmüş. Haydaaa... Hep beklemediğin anlarda çözülüyor totoş, ne diyeyim daha ben. Güvenmeyin işte.

- Hani OKS, PKK, SSK gibi bazı kısaltmaları okurken "k" harfini "ka" diye teleffuz ediyoruz ya, "g" harfi için de öyle olsa hoş olurdu sanki. Mesela OGS'yi O-GA-SE diye okusak güzel olurdu, ben gülerdim mesela, sen gülmez miydin_? Sen de gülerdin arada.

- Güzel bi benzetme oluşturarak savunduğum düşüncemi yine benim benzetmemi kullanarak, söz oyunuyla çürütmeye çalışıyorlar bazen. Emek hırsızlığı gibi bir şey bu. Git kendi benzetmeni kur, oradan savun ne savuncaksan. Kolay mı lan seksi metaforlar icra etmek!

- Herkes her şeyi bilmemeli. Bok mu var, ne anlatıyorsun ki her aklına geleni. Sus biraz be adam! He bi de, çok konuşma, kafa şişiriyorsun.

- İnsanın sadece hücreleri değil, ruhu da mayoz bölünme geçiriyor sanırım.

- Carpe diem, yarım saat sonra daha uykulu bi halde uyanacağını bile bile minibüste uyumaya çalışmaktır.

- Sevme, üzülürsün; üzme, sevilirsin. Ben buldum he bu sözü.

- O değil de, herkesin en iyi arkadaşı olup da, kimseyi en iyi arkadaşı olarak göremeyen insanlar var. Bende de tam tersi oluyor. Böyle sürekli insanları en iyi arkadaşım gibi görüyorum. Ama onlar öyle görmüyor ya. O zaman üzülüyor kişi.

- Barajdan dönen serbest vuruş, atan kişi için kim bilir ne kadar üzücüdür. Daha yolun başında umudunu kaybetmek gibi sanki biraz.

- Arabalardaki emniyet kemerini takmak moral bozucu biraz. Sürekli kazayı hatırlatıyor adama.

- Çağırınca gelmiyorlar ya, insan bi buruklaşıyor. Gerçi onlar da haklı düşününce. Neblim ama yine de bi' üzüntü hasıl oluyor bünyede..

- Düşenin dostu olmaz, dostu olan düşmez zaten. (Bunu da ben buldum)

- En önde oturuyordum geçen yıl. Bu yıl bi arkasına oturdum. Kaan var yanımda. Önde de Ilgın-Aykut. Hayalimdeki yer olmasa da güzel gibi, otursan oturulur yani, sevdim.

- Liv Tyler zayıflamış, hoş olmuş eskisi gibi.

- He bi de, pazartesi olsun ya bi ara.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Obscured by Clouds

Yağmur çokmuş
Önlem yokmuş,
Seller gelmiş,
İstanbul'u yenmiş.

Sabah itibariyle kendini hissettirdi yağmur burada. Çılgın bi telaşla yağıyor. Bir gecede dünyadaki tüm çocukları ziyaret etmesi gereken Noel Babanın telaşını görüyorsun düşen damlalarda. Temizlemesi gereken çok şey var ama zamanı da kısıtlı gibi.

Yazdan arda kalanları temizliyor yağmur durdurak bilmeden. Kafamızdaki o son yaz imajını tamamen siliyor. Üzerimizdeki yapay coşkudan arındırıyor bizi. Ruhumuza bir dinginlik getiriyor. Yaz mevsiminin insanda uyandırdığı samimiyetten uzak o heyecanı alıp götürüyor. İnsanların üstlerindeki o "yaz heyecanı" kirini temizliyor ve tekrar içlerindeki ışığın gün yüzüne çıkmasını sağlıyor. Herkes daha bi kendi gibi oluyor.

Yağmur yağıyor patır patır...

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Lost into the Wild

Kaçmak istiyorsun ya için için, bırakıp gideyim buraları, kimse bilmesin kimse haberdar olmasın diyorsun ya derinden, herkes ne hali varsa görsün, hiçbir derdimin beni bulamayacağı kadar uzaklaşayım her şeyden herkesten diye diliyorsun ya gönülden...

İşte tam o zaman gerçek mutluluğun sadece paylaşarak elde edildiğini hatırlat kendine.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Durdu



Sıkıştı ve sıkıştı. Dayanılmaz hale geldi. Çığlık atmak istedi. Kimse duymamalı ama. Farkına varsınlar bir şeyler olduğunun ama tam da anlamasınlar. Duyurmak yerine düşündürmek daha iyi. Düşünsünler ne olduğunu. Duymalarına gerek yok. Ne yaptık desinler. Neden diye sorsunlar kendilerine.

Yürüdü, yürüdü. Sıkıntı artıyordu gecenin göğsüne atılan her adımla. Gökyüzüne baktı. Gecenin karanlığına bekçilik eden dolunayı gördü. Gülümsedi. Çaresizliğiyle alay etti. Kendi yarattığı çaresizliğiyle.

Düşündü, düşündü. Düşünmemeliydi. Çığlık atmalıydı sadece. Kimse duymasın ama. Bilsinler bir şeylerin olduğunu ama duymasınlar neler düşündüğünü.

Köşeyi döndü. Gecenin bu saatinde kimseler yoktu sessiz ara sokakta.

Dinledi, dinledi. İçindeki sese kulak verdi. Bırak, diyordu. Neyi bırakayım, dedi. Düşünmeyi, dedi. Ben de istemiyorum ama elimde değil, dedi. Çığlık atmak istediği gün yüzüne çıktı yine. Nasıl kurtulabilirim bundan, dedi. Serbest bırak çıksın, dedi. Ama olmamalı, kimse duymamalı, dedi. Duysunlar nolcak, dedi. Anlamazlar, dedi. Anlamazlarsa nolur, dedi. Yargılarlar, dedi. Korkma, dedi. Düşünsene ama sonuçlarını, dedi. Düşünmeyi kesmeni söylemiştim, dedi. Yapamıyorum, dedi.

Sıra sıra park etmiş arabaların yanından geçti. Çökmüş yüzünü gördü, karanlıkta ayna vazifesi yapan otomobilin camında. Yoldan aşağıya iniyordu.

Hatırladı, hatırladı. Hatırladıkça kıvrandı, sıkıştı, daraldı. Aklına geldikçe yıkıldı, parçalandı, ağrıdı. Çığlık atmak istiyordu. Kimse bilmemeli ama. Napacağını biliyorsun değil mi, dedi. Evet, dedi.

İskeleye attı adamını. Koştu. Ve atladı.

Düştü, düştü. Battıkça serinledi. Çığlık atmalıydı. Ama atmamalı, kimse duymamalı. Kimse duymaz seni burada, dedi. Neden, dedi. Burada kimse yok da ondan, dedi. Çığlık attı. Attıkça rahatladı. Rahatladı ve gevşedi.

Battıkça çığlık attı, çığlık attıkça rahatladı.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Burnout

Bazen fazla düşünmemeli insan, yaşamalı kuru yaprak misali savrularak. Düşünmek, kendinizi akıntısına bıraktığınız nehirde sırt üstü yatarken, ayağa kalkıp nerede olduğunuza, nereye gittiğinize, nereden gittiğinize dikkat etmeye, kısacası çevrenizi anlamaya çalışmanızdır. Ama ayakta dikildikçe, nehrin akıntısı sizi bir engel olarak görür ve sizi yıkmaya çalışır. Bacaklarınızdaki güç tükenir, vücudunuza kramplar girer. İşte insanı yoran da budur. İnsan, düşünmeyi bırakıp da, kendisini akıntıya tekrar ne zaman teslim etmesi gerektiğini bilmeli.

Yoksa çok yorar o akıntı insanı.

O kadar yorar ki, tekrar suya uzandığında kafasını nefes alacak kadar bile su üzerinde tutamaz, boğulur.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Ballooon



Büyüdükçe küçülüyoruz. Büyüdükçe çekiyoruz, ufalıyoruz, basitleşip sıradanlaşıyoruz aynı zamanda. Yükselmek için fazla yüklerini atan sıcak hava bulutu misaliyiz. Büyüdükçe bir şeyleri atıyoruz, eksiliyoruz, azalıyoruz ama yükseliyoruz.

Her şeyimiz zamanla bozuluyor, asgariye iniyor. Hayal gücümüzün enerjisini kesiyoruz adeta. İnsanlar büyüdükçe neden hayalleri küçülür ki_? İsteklerimiz, düşlerimiz o kadar sığlaşıyor ki ister istemez, büyük idealler ulaşılması imkansız deli saçmaları olarak geliyor kulağımıza. Yapabileceklerimizi anlık düşüncelerle sınırlıyoruz. İleriye bakamıyoruz. Çünkü saçma sapan işlerimizle o kadar yoğunuz ki, ileri düşünmeye vaktimiz kalmıyor. Tam anlamıyla Carpe Diem yapıyoruz, çünkü geleceğimizin nasıl olacağı şeklindeki düşüncelerden arınıp, bu düşüncelere ayırmamız gereken vakti, anlık kapris ve zevklere kanalize ediyoruz.

Yükselmek için balondan attığımız ilk şey hayal gücümüzdü sanırım.

Maddenin ötesine geçip, manayla bir araya getiremiyoruz benliklerimizi. Çocukluk oyunlarımız vardı. 2 sandalye 1 koltuktan oluşan devasa şehirlerimizde voltran oluşturur, kötü canavarları yenerdik. Ya da 2-3 kişi bir araya gelir, yepyeni bir dünyanın yıldızı yeni parlayan gizemli süper kahramanları olurduk bi kaç oyuncakla. Bu oyunlarda kullandığımız aletlerin kalitesine, dandikliğine bakmazdık, bir arada vakit geçirmenin özünü kavrar, nesneleri araç olarak kullanır, maddenin ötesine geçer, manayla buluşurduk ve hayatımızın en eğlenceli dakikalarını geçirirdik. Şimdi ise seksi bilgisayarlarımızda, gerçek olmaya yaklaştırılan figürlere saatlerce mouse tıklıyoruz. Yeni oyuncaklarımız olan bu teknolojik aletler sadece maddeden ibaretler ve asla 2 sandalye 1 koltuktan oluşan dünyamızdaki zevki bize veremeyecekler.

Balondan manayı da atalı çok olmuş anlaşılan yükselmek uğruna.

Birlikte oynadığımız oyunlarda bile manayı kaybediyoruz çoğu zaman. Futbol oynarken 5 dakika önce halı sahaya güle oynaya beraber geldiğimiz adama, hatalı gol yedi diye küfredebiliyoruz. Kazanmayı eğlenmeye tercih ediyoruz çoğu zaman bu tür oyunlarda. Hırsımız, kankası olan egomuzla birleşip bizi ele geçiriyor ve amacı eğlenmekten kazanmaya taşıyor ki, böyle olunca da oynayanların en az yarısı kaybettikleri için üzüntüyle ayrılıyor oyundan.

Hırs bulutlarının arasından geçiyoruz şu sıralar.

Sohbetlerimizin de içi boşaldı. Birbirinden farklı konular hakkında birbirinden farkı olmayan konuşmalar yapıyoruz. Küçükken pokemon kıyaslayan, en iyi oyuncu hagi diye başlayan, dün ne yaptığımızı anlatan sohbetlerimiz vardı. Evet, konu bakımından sığ oldukları gün gibi ortada ama ortada olan başka bir şey daha var ve ben asıl bunu vurgulamak istiyorum. Bu sohbetleri ederken birbirimize karşı samimiydik. İçimizden geleni söyler, ikiyüzlülük yapmaz, dürüst olurduk karşımızdaki hakkındaki düşüncelerimizde. Söylediklerimizde bizden bir parça bulunurdu mutlaka. İnsanlara duymak istediklerini değil, duyurmak istediklerimizi söylerdik.

Sanırım bizi yukarı taşıyan balondan samimiyeti de attık.

Bunları nereden mi biliyorum_? Sanırım ben balonumla biraz geriden geliyorum. Benden yüksektekiler fazlalıklarını atıyorlar ve bu yüklerin hepsini düşerken görüyorum.


4 Ağustos 2009 Salı

Dolunay



Bu gece dolunay var. İnsan bakmaya doyamıyor. Hayran hayran bakmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Saf bi güzelliği var. Kendini hiç gizlemeden güzel olabilen, gecenin en karanlık zamanında bile parlaklığından ödün vermeyen, bu dürüstlük metaforundan etkilenmemek mümkün mü_? Pek sanmıyorum.

12 Temmuz 2009 Pazar

Mr. Swon


Güneşin yakıcı olmadan, insanları mutlu edecek kadar yeryüzünü ısıttığı bir gündü. Mr. Swon en sevdiği -arkadaşları tarafından hediye edilen- takım elbisenin içinde güneşi kıskandıracak bir şekilde ışıl ışıl yürüyordu. Neşesine eşlik eden bir de şarkı mırıldanmaya başladı. Gün batımı vakti geldiğinde, yürüşüne çok sevdiği parkın içinden geçen, iki yanında ağaçların sıralandığı yolda devam etti.

Havanın kararmaya yüz tutmasıyla beraber ani bir fırtına koptu. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan korunmak için, elinde taşıdığı babasının eski evrak çantasını başının üstünde tuttu Mr. Swon. Telaşla korunacak yer ararken gözüne yolun hemen ilerisinde bulunan bir tünel girişi ilişti. Daha önce hiç görmediği bu tünele doğru hızlı adımlarla ilerledi ve tünele girdiğinde sırtını kavisli duvara yaslayarak nefesinin tekrar normale dönmesini bekledi. Yağmurdan kaçmak için girdiği tünelde bir müddet etrafını inceledi. Ucu görünmeyen büyük bir beton boruyu andırıyordu tünel. Yağmurun dinmesini beklemek yerine bu uzun tüneli kullanarak yoluna devam etmeyi düşündü. Zaten izlediği yola paralel uzanıyordu bu tünel. İlerlemeye karar verdi. Kısa bir süre ilerledikten sonra tünelin içi önünü göremeyeceği kadar karanlık olmuştu. Ceketinin cebinden çakmağını çıkardı ve yaktı. Titrek ışıkta baktığında tünelin bu bölümünün başladığı yerden daha alçak tavanlı olduğunu farketti. Bir an geri dönmeyi düşündü. Sonra omuz silkti ve yoluna devam etti.

İlerlerken zeminin aşağı doğru meyil ettiğini anladı. Bu eğim de ilerledikçe artıyordu. Belki yağmurdan ıslanan ayakkabılarının tabanından kaynaklanan bir kayganlık yüzünden, belki de gazı azalan çakmağın artık ortamı yeterince aydınlatamamasından Mr. Swon bir anlık tökezledi ve dengesini kaybetti. Düşmekten kurtulmak için elleriyle duvardan destek almaya çalışsa da işe yaramadı ve yüz üstü yere yuvarlandı. Yolun ıslak ve eğimli olmasından dolayı kaymaya başladı. Daha düşmenin etkisinden kurtulamadan, tünelin eğimi daha da arttı. Mr. Swon kaydıkça tünel aşağı doğru dikleşmeye başladı. Artık taklalar atarak hızla aşağı doğru ilerliyordu. Tek yapabildiği ise düşerken elindeki çantasıyla kafasını korumaya çalışmaktı. İçinde boşluk duygusu oluşturan bu düşüşü, sert zeminin düzleştiği noktada sert bir şekilde son buldu.

Bir süre kendinden geçen Mr. Swon, kendine geldiğinde vücudunda yer yer zedelenmeler olduğunu ama yürümesini engelleyecek kadar da hasar almadığını gördü. Yerde duran çantasını almak için uzandı. Çanta onun kafasını darbeden korumuş, fakat kendisi paramparça olmuştu. Babasının çantasına üzülen Mr. Swon, zaten eski bir çantaydı, daha iyisi mutlaka bulunur, diyerek kendisini avuttu ve ayağa kalktı. Üstü başı da dağılmıştı bu düşüşten. İyice baktı üstündekilere. Hala giyilebilecek durumda olduklarından emin olunca ilerlemeye devam etti. Her şey düzelecekti, tek yapması gereken yola devam etmekti. Uzunca bir süre yürüdükten sonra tünelin yukarı doğru yükseldiğini gördü. İlerledi. Yorgun düştüğü anda tünel tekrar düzlük kazandı. Devam etti.

Mr. Swon ilerledikçe tünel daha da küçülüyordu ve sonunda kendi boyundan bile daha alçak bir hale geldi. Artık dizlerini bükmüş ve öyle ilerlemek zorunda kalmıştı. Kimi yerlerde tünel o kadar daralmıştı ki, ilerlemek için dizleri üzerinde emeklemek zorunda kalmıştı. Neyse ki tünel hep böyle devam etmedi, tekrar dik bir şekilde yürünebilecek hale geldi. Sonra aşağı doğru inmeye başladı tünel. Aşağı iniş bu sefer çok dik değildi ve yer çekiminin de yardımıyla kolay ve hızlı yol aldı Mr. Swon.

Tünel hep böyle devam etti. Kimi zaman Mr. Swon'un içinde zıplayabileceği kadar genişliyor, kimi zaman onu takım elbisesini çıkartıp geride bırakmaya zorlayacak kadar daralıyordu tünel. Tünel yukarı doğru meylettiğinde zorlanıyor, tekrar aşağı doğru eğim arttıkça ise kolay ilerleyebiliyordu Mr. Swon. Her yokuşu tırmandığında ve indiğinde yol düzleşince, tamam işte şimdi çıkışı göreceğim kesin, diyordu. Fakat bir türlü o parlak ışığı göremiyordu.

Karanlıkta zaman kavramını yitirmişti Swon. Sadece tünel vardı onun için artık. Dışarıda geçirdiği zamanlar ona çok uzak zamanlar gibi geliyor, erişilemez bir hayalin ürünleri olduğunu düşündürüyordu. Çantasını ve kıyafetlerini kaybetmişti. Yapayalnız hissediyordu kendisini. Bu engellerle dolu tünelde umudunu kaybetmeye yaklaştığı anlarda, onu karanlıktan koruyan ve yüzünde bir tebessüm emaresi uyandıran, parkın ağaçlı yolundan geçerken mırıldandığı şarkıyı yüksek sesle söylüyordu.

Bir insanın çocukluktan sonra girdiği ergenlik ve arkasından gelen yetişkinlik sürecinde, kaybettiği değerleri ve verdiği çabayı Mr. Swon'un hikayesi şeklinde okudunuz.

7 Temmuz 2009 Salı

o/


Yardım etmek isteyip de elinden bir şey gelmemesi, gerçekten fena bi duygu. Sanki karşımda Karaköy İskelesi batıyor ve benim tek yapabildiğim, gece yarısı batışını izlerken sigaramın dumanını havaya salmak.

5 Temmuz 2009 Pazar

don't let me down


Diş macunu ne güzel bir şey. Yok hayır, aromasından falan değil, ben onun kişiliğini seviyorum. Bir kaç gün önce her gece olduğu gibi, yatmaya üşenemeyecek kadar uykum geldiğinde çişimi etmek ve dişlerimi fırçalamak(eş zamanlı yapmıyorum tabi) için banyonun yolunu tuttum. Çevreme dikkat edemeyecek kadar uykusuz olmadığım gecelerden biri olmalıydı. Seksi yeşil diş fırçamın ucuna diş macunu sürme vakti geldiği zaman dış macunu tüpünün, üzerine oturulmuş güneş kremi tüpüne akrabalık derecesinde benzer bi halde bulunduğunu farkettim. "Tüh, kalmamış lan, yarın yeni bi' tane almayı unutmayayım bari" diye küçük bi' iç geçirdim. Tüpün acınası şekline rağmen şansımı denemek istedim yine de. Fışıyt diye bastırdım ümitlerimi canlı tutmamı sağlayacak tek yer olan tüpün ucuna yakın yerine. Bastırınca ihtiyacımı karşılayacak kadar macun çıktı dişarı(dışarı nesnedir, dışarıya ise dolaylı tümleç - Pratik Dil Bilgisi). Sersemlemiş haldeki yüzümün karşımdaki aynada aldığı mutlu ifadeyle aramdaki kısa bakışma geçince daha fazla vakit kaybetmeden seksi yeşil diş fırçama nazikçe sürdüm macunu ve dişlerimi fırçaladım.

Ertesi gün yine aynı vakitlerde biyolojik saatimin alarmı bana yatmam gerektiğini hatırlatırcasına beynimde çalmaya başladı. Alarmı kapatmak için banyoya doğru yola koyuldum, saatim de mesajı aldığımı anlayıp sustu ve yatmadan önceki işlerimi halletmem için gerekli enerjinin bedenimde dolaşmasına izin verdi. Aynanın önüne geldim. Tipime baktım. İçimden, hım tıraş olayım lan bi ara, diye geçirdikten sonra ellerimi yıkadım. Böyle iyice köpürttüm. İyice köpürmezse içim rahat etmiyor benim. Köpür köpür oldu ellerim ve duruladım ellerimi. Ardından sabunun üzerindeki köpükleri de suyla sabun yüzeyinden uzaklaştırdım. Elime seksi yeşil dış fırçamı aldım.İşte o zaman, puzzle'ımı çerçeveletmek, kitaplığımı düzeltmek, kendime pantolon almak gibi o gün içinde yapmam gereken ama unutkan bi insan olduğum için yapamadığım şeylerlerden oluşan listedeki maddelerden birinin de yeni diş macunu almak olduğunu anladım. "Tüh ya n'apcam ben şimdi" diye bi üzüntü bulutu geçti önce kafamın içinde. Sonra birden aklıma tüpün bana dün yaptığı iyilik geldi. Belki tekrar aynı iyiliği görebilirim diye düşündüm. Yüzsüzce, çekine çekine aynı noktadan, tüpün ağzına yakın yerdeki son macun kalıntılarının olabileceğini düşündüğüm yerden, tüpe baskı uyguladım. Ve yine aynadaki o mutlu adamı görmeme neden olan şey gerçekleşti ve seksi yeşil dış fırçamın gerekli miktardaki diş macunuyla düzeyli bir beraberlik yaşamasına izin verdim.

Bugüne kadar, günler boyunca bu olay her gece tekrarlandı. Ne zaman "tamam ya, artık kesin bitmiştir, içinde hiç kalmamıştır" diye düşünsem o beni yanılttı ve beni orada öylece macunsuz bir durumda bırakmamak için elinden ne geliyorsa ortaya koydu ve o gereken macunu zorlanarak da olsa verdi. Ne kadar zor durumda olursa olsun, 1 hafta boyunca yeni diş macunu almayı aklında tutamayan beni yalnız bırakmadı, yardımıma koştu.

Arkadaş dediğin de diş macunu gibi olmalı işte. Seni asla yalnız bırakmamalı, yardıma ihtiyacın olduğunda kendisi ne halde olursa olsun sana destek olmalı, seni hayal kırıklığına uğratmamalı. Çevremde böyle insanların var olduğu ve ne durumda olurlarsa olsunlar yine de ellerinden ne geliyorsa yapacakları fikri aklıma geldikçe hafif bir tebessüm beliriyor yüzümde. Dişlerimi fırçalarken arada sırada aklıma gelen bu ve bunun gibi düşünceler, gecenin bi saatinde de olsa lavabonun başında aynada kendime bakarken tebessüm etmemi ve ağzımdan köpüklerin yer yer dışarı çıkmasına neden oluyorlar.

3 Temmuz 2009 Cuma

Pasta

Yaz aylarının bize tatsız bir armağanı olan sıcak havalar yüzünden bitkin düşmüştük. Ellerimde almaya niyetli olmadığım ama alınca kendimi mutlu hissettiğim, bi yığın şeyi barındıran poşetler vardı. Belki görüntüsünden, belki de sesinden dolayı ruhumuza su serpiyormuş hissi yaratan küçük havuzun kenarındaki masaya oturduk. Konuştuk. Her iki insanın bir araya gelince belli bir dakikadan sonra yaptığı gibi biz de çevremizdeki insanlar hakkında konuşmaya başladık zaman ilerledikçe. Bazen pek tanımadığım, bazen ziyadesiyle tanıdığım, bazen de asla tanıyamayacağımı anladığım kişiler hakkında konuştuk.

Elma şekeri yemeye benzer insanlar hakkında konuşmak. Kısa bir konuşmanın ardından şekerle kaplı yüzeyleri biter ve geride elmayla baş başa kalırız. Biz de insanların şekerli kısımlarını bitirmiş, geriye sert elmaları bırakmıştık.

Şekeri yemesi kolaydır. Yalayarak halledersiniz. Ama elmada dişlemeniz gerekir. Biz de dişlemeye başladık. Sohbet daha da koyulaştı. Bazı insanların üzerinden geçerken onların ne kadar manasız ve saçma davranışları olduğunu fark edip, bu kişileri ve yaptıklarını, kınayan sözler eşliğinde, kafamın "cık-cık-cık" köşesinde konuk ediyordum. Konuk sayısı arttıkça, kafamda da adeta bir puzzle'ın birleştiği gördüm. Her bir "cıkcıkcık'lanacak" davranış, kınanacak hareket bu puzzle'ın ayrı bir parçasıydı. Konuşma devam ettikçe parçalar yerlerine oturmaya başladı. Önce kenarları, sonra da daha iç kısımları bir araya geldi puzzle'ın. Sonlara doğru yaklaştıkça çıkan resme daha dikkatli bakmaya başladım. Heyecanlanmıştım. Bir yerden tanır gibi oldum. Son parça da yerine oturunca resim tamamlanmış oldu. Evet, gerçekten de tanıyormuşum. Ortaya çıkan resim bendim.


23 Haziran 2009 Salı

Ekşın!

Bildiğiniz üzere, ufak tefek, minik şeyler genelde sevimli olurlar. Civciv'dir, oyuncak ayıdır, vs. vs... Bu genelleme içinde bakınca, mini kelimesini barındıran minibüslerin de, dolayısıyla minibüsçülerin de şirin olmaları gerekir. İş teoride böyleyken, pratikte bambaşka oluyor. Mini mini, yanakları sıkılası, saçları okşanası şeyler olmaları gerekirken, bütün minibüsçüler "ağır abi" kavramının değişmez modelleri olarak yer edinmişler belleklerimizde.

Toplum bizi, elimizde olmayan bir şekilde, farklı rollere sokuyor ve bu hayat sahnesinde oynamaya zorluyor. Tamam, oynayacağımız rolü belirleyemiyoruz ama bu rolün oyundaki etkisini belirlemek bizim elimizde. Demem o ki, içinde bulunduğumuz şartlar dahilinde elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışmalıyız.

"Küçük rol yoktur, küçük aktör vardır." (hayır, minibüslere bi takıntım yok)

Taşındık

Yaklaşık 1 buçuk yıldır devam eden site temasını değiştirdim. Büyük yardımı olan alan a teşekkür eder, artık okurken gözlerinizin yorulmamasını temenni ederim.

19 Haziran 2009 Cuma

Ben Bugün Bunu Oldum

Gece geç yatıp, erken kalkmanın etkisiyle, çıktığım sokakta sendeleyerek ilerledim. Minibüse binecektim. Durakta yerimi aldım. Enva-i çeşit renkteki araçların oluşturduğu trafikte gözlerim o büyük beyaz puntolarla yazılmış, minibüs bekleyenleri gülümseten, küresel ısınma takıntılıları hüzünlendiren o "KLİMALI ARAÇ" ibaresini aradı yolun kenarından. 10 dakika geçmiş ve hala hiçbir klimalı araç görememiştim. Sonunda, yuttuğum egsoz dumanı ve beynimle "tanışabilir miyiz bağyan" diyerek söze giren tatil yöresi insanının aradığı cinsten bi münasebete girmeye çalışan güneş, beni bu bekleyişimden vazgeçirdi. Nispeten boş gördüğüm ilk mavi-başlıklı minibüse biniverdim.

Bir elimle her zamanki pis metal kokusunu üzerinde barındıran, sarı demirlerden birine tutundum. Özenle önce en küçük paraları toplayarak oluşturduğum ücretimi, " bir kişi Acıbadem" diyerek şoföre (otobüsteki haline kaptan diyoruz) uzattım. Uzatılan elde, yıpranmışlığın, emeğin, yılların yorgunluğunun ve taze silinmiş bir sümüğün izlerini gördüm. Kararan avuçiçlerinin devamında yukarı doğru kıvrılan, sigara tutmak için özel çukurların oluştuğu parmakların meydana getirdiği o ilginç çukur yere parayı bıraktım. Bu pozisyon paraları yarım metre geriden bile düşürmeden alabilmeyi sağlıyordu. Dolmuşların ilk kullanılmaya başlanıldığı zamanlarda ortaya çıkıp, yılların getirdiği tecrübelerle kusursuzluğa ulaşmış ve şimdiki halini almıştı bu hareket. Ters kepçe diyorum ben bu şekle.

Yol sıkıcı olduğu için, paraların konulduğu beyaz kül tablalarının bulunduğu o çıkıntıya doğru yaklaştım. Burada, arkadan gelen paraları şoföre uzatıp, para üstlerini doğru verip vermediğini takip ederek zaman öldürüyordum. Bir süre sonra götüme temas eden götlerin sayısının artmasından, minibüsün artık insan olmanın gerektirdiği doluluk sınırını aştığını anladım. Şoför kül tablalarının olduğu o büyük şeye oturmamı söyledi. Oturunca bi rahatlık çöktü. Dizlerime falan iyi gelmişti.

Oturmanın verdiği rahatlığa alışınca, gözlerim, hemen önümde duran teyzenin ilginç çiçeklerle bezenmiş sarı elbisesine takıldı. Hipnotize olmuştum adeta. Aman tanrım ne desendi o öyle. Yavru ceylanı yemek için ağzını açmış aslana benzer yaprakların ve kuş bokunun düştüğü yerde bıraktığı o şekilsiz lekeyi andıran beyaz çiçeklerin oluşturduğu, gözlerinizi üzerinden alamadığınız garip bi desendi. Bu rahatsız edici derecedeki derin odaklanışımı, "bir kadıköy lütfen" sesi bozdu. Oha, çiçek deseni konuşmuştu! Bir olağanüstülük olduğunu sezmiştim bu şekilsiz çiçeklerde. "pardon, kadıköy uzatır mısınız" dedi çiçek. Sonra omzumda bir parmak hissettim. Yavaşça kafamı kaldırdığımda konuşanın çiçek değil de, onu giyen teyze olduğunu gördüm. "ta, ta,ta-bi" dedim. Parayı aldım ve 30 santim yanımdaki şoförün ters kepçe pozisyonundaki eline koydum. İşte her şey o zaman başladı.

İlerleyen saniyelerde binen bütün yolcuların paraları bana uzatılmaya başlandı."buradan 2 kadıköy, şundan 1 hastane, Göztepe Köprüsüne gelince haber verir misiniz_?..." istekler yağıyordu üzerime. Şoförün bıyık altından pis bi gülümsemeyle aynasını düzelttiğini gördüm. Olanları yeni anlıyordum. Fasulyeden minibüsçü olmuştum. Tamamen isteğimin dışında yüklenmiştim bu vazifeyi ama olmuştu artık, kül tablası çıkıntısındaydım bi kere, kaçış yoktu.

Sistemi kısa sürede çözdüm. İzlediğim mafya filmlerinde gördüklerime benziyordu biraz. Kirli işleri ben yapıyordum, ama tüm otorite ondaydı (o = şoför). Herkes bana uzatıyordu ama arkadan vermeyen kaldı mı esprisini o yapıyordu. Paralar önce benim elime geçiyordu ama akabinde ona iletiyordum. Tüm sesi kısık amcalara " Pardon, neresi demiştiniz_?" diye ben soruyordum. Aracı o durduruyor, yolcuları o alıyordu. Ben işin muhasebe ve halkla ilişkiler kısmındaydım. Zordu işim. Verilen paraların neresi için olduğunu aklımda tutmam gerekiyordu. Yeri geldiğinde "bostancı sapağında inecek var mı" gibi soruları seksi hafızamdan çıkardığım bilgiler ışında cevaplıyordum. İşin zor kısmı halkla ilişkilerdi. Boşalan yerlere hanımları kanalize ederken, erkeklere öncelik vermeleri gerektiğini hatırlatan küçük işaretler gönderiyordum. Tüm bunları yaparken de kafamı her çevirdiğimde o çiçek desenli giysinin renkleri ve şekilleri içinde bilincimi korumaya çalışarak büyük bir irade örneği gösteriyordum (O teyzede bi gariplik vardı, hissediyordum). Teşekkürleri, önemli değil, rica ederim gibi kelime öbekleriyle ustaca cevaplandırıyordum aynı zamanda.

-Küçük açıklamam geldi-
"Rica ederim" futboldaki uzun pasla çıkılan kontra atak gibidir. Ne zaman koşmaya başlayacağınızı iyi ayarlamanız gerekir. Hareketlenmek için geç kalırsanız, gelen topa yetişemezsiniz. Ama çok erken hareketlenirseniz de ofsayt'a düşersiniz. Teşekkürün akabindeki "Rica ederim"de de ayarlamanız gereken şey sesinizin şiddeti. Eğer çok yüksek sesle söylerseniz, "o kadar para uzattık, teşekkür etcen herhalde, kıçımdan ter aktı onu uzatırken benim" gibi anlaşılır (ofsayt durumu). Yok böyle değil de, kısık sesle söylerseniz karşınızdaki duymaz ve "senin teşekküründen ne olcak, etken ekime kadar etmesen ..." gibi algılanır. Sesi duyulurla duyulmaz arasında tutmak zorundasınız. Karşınızdaki bir şey dediğinizi duyacak ama tam da anlamayacak. Zor iş gerçekten.
-Son-

Bu kısa açıklamadan sonra kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Geçen 10 dakikanın ardından kendimi özel hissetmeye başlamıştım. Karşımdaki insanlara benzemiyordum. Ben farklıydım. Ben oturuyordum, hem de erkek olmama rağmen gelen yaşlılara yer vermek zorunda değildim! Çünkü oturduğum yer, aynı zamanda beceri ve disiplin isteyen bir görevi de omuzlarıma yükleyordu. Kimseye veremezdim yerimi. Artık ellerimde metal tutunma çubuklarının pis kokusu yoktu. Onun yerine paranın pis kokusu vardı. Herkes ileride uzanan yola bakarak ilerlerken, ben genel asayişi ve uyumu sağlamak için yolculardan gözlerimi ayırmıyordum. Para üstlerini kontrol ediyor, 2 kişi binip bir kişi uzatanları uyarıyor, fortçulara göz açtırmıyordum. Camları açık tutup, çocuklara kafalarını uzatmamalarını tembihliyordum. Paraları ters kepçe manevrasıyla alıp, para üstlerini, bozuk para ise büyükten küçüğe sıralayıp iki parmağımın arasında sıkıştırıp veriyordum. 40 yıllık minibüsçüden daha minibüsçü olmuş gibiydim.O iğrenç terle karışık osuruk kokusu bile artık rahatsız etmiyordu beni. Burası iyisiyle kötüsüyle benim hükümranlığımdı. Tüm yolcular ise tebamdı. ( Sarı elbiseli teyzeyi tenzih ederim. Onda bi gariplik vardı.)

Kadıköy'e yaklaştıkça minibüs boşalmaya başlamıştı. Ortamda artmaya başlayan O2 miktarı beynime zuhur ederek bilincimi az da olsa açtı. İşte o an bu rüyadan sıyrılmam gerektiğini çünkü Acıbadem'e gelmemize çok az kaldığını farkettim. Peki minibüs'ü nasıl bırakacaktım. Bensiz şoför nasıl 50 lirasını bozduracak birini bulacaktı_? yada da tüm o karmaşık para işlerini düzene sokacaktı. Ondan da öte, bu mevkiyi ben dişimle tırnağımla kazanmıştım. Bunca emek bir hiç uğruna mıydı_? Ayrılık zordu, biliyordum ama beni bekleyen insanlar vardı ve onları özlemiştim. İnmem gerekiyordu. Buruk bir şekilde "Abi üstgeçitte..." dedim. Gerisi gelmedi. Başım öne eğikti. Onun yüzündeki hayal kırıklığını görmek istemiyordum. Araç durdu.

Kapı pısss'ladı. Adımı son basamağa atınca arkamı dönüp son bir kez baktım. Gördüğüm şey ise, pis sırıtışıyla aynasını düzelten bir şoför ve kül tablalarının önünde tüm heybetiyle dikilen, oturduğu yere alışmaya çalışan sarı üzerine garip çiçek desenli bir elbiseydi. O teyzede bir gariplik vardı. Bunu biliyordum. Ve minibüsçülük içgüdelerim yanıltmıyorsa benim işimi sürdürebilecek tek kişi o olmalıydı.


Bu yazıdan ne çıkardık:
- Okulda teşekkürü cevaplamak, oksijenin kıt olduğu durumlarda beyin fonksiyonlarımızı normalde tutmak için neler yapmalıyız gibi nice, günlük hayatta can kurtaracak bilgi verilmiyor.
- Makam, mevkii falan boş işler. Kişi ne oldum değil ne olacağım demeli. İş hayatında veya okulda bizi önemli kılan ismimiz olmalı, onun başına gelen ünvan sıfatları değil. O sıfatlar zamanla gidecektir, kalıcı olan ismimizin taşıdığı değer olacaktır.
- Acıbadem aslında çok kolay bi yer, yeter ki gitmek istediğin yeri tarifine uygun şekilde ara.


Yazı hakkında ne demişler:
(Bu kısım yazıya yorum yapmaya üşenen okurları teşvik için oluşturulmuş olup, gelen eleştirilerin yayımlanması amacıyla konulmuştur)

16 Haziran 2009 Salı

Var Mısın Yok Musun_?

Bu satırları odamın derin sessizliğinde yazıyorum, dememek için müzik açtım. Önümdeki tabakta, bu saate kadar yenilmedikleri için suratlarını astıklarını düşündüğüm kirazlarıma bakıyorum göz ucuyla. Teker teker yiyip, çekirdeklerinin iyice temizlendiğine emin olana kadar ağzımda tutuyorum her birini.

Her bir somurtuk kiraz tanesini ağzıma attığımda, acaba sorusu geliyor aklıma ister istemez. Acaba içinde kurt var mıdır_? Çiğnemeye başlayınca birden geçiveriyor endişem, derin bi rahatlama çöküyor üstüme. Derste küfredip, öğretmen tarafından duyulmuş mudur diye kafasını kaldıran ve öğretmenin tahtada yazmaya devam ettiğini gören bi öğrenci kadar rahatlıyorum; dışarıdan gelen kaza sesi üzerine, lüften benim arabam olmasın dilekleriyle cama koşup, arabasını kazadan uzak olan yerde, sapasağlam gören bi baba kadar rahatlıyorum; otobüste otururken, yaşlı teyzenin bindiğini farkedip, teyzeye onun yanına gelmeden başka biri tarafından yer verildiğini gören uyuşuk bir günümüz genci kadar rahatlıyorum.

Bu endişe ve rahatlama döngüsünün nedeni, bundan seneler evvel, teyzemin ısırdığı kirazın içinden, memur tipli gariban bir kurtçuğun, trafikte arkadan çarpan sürücünün mahçupluğu ve naifliğiyle kendini göstermesiydi. Evi parçalandığı için bir parça sinirlenmiş ama hala hayatta olduğu için de şükreder bi hali vardı kurtun. Hatta kurtçuğun diyelim.

İşte o zaman yerleşti bu korku içime. Korku da denemez ya, endişe.

Zaten pek meyve seven biri değilimdir. Bu korku, yok yok, endişe diyelim, işleri daha da kötü yaptı.

Mevye seven bi insan ne güzel insandır halbuki. Yanakları her daim kırmızı, yazın cepleri erik dolu, kışları çantasında elma vardır onun. Sevilesi, örnek alınasıdır pek çok zaman. Çocukluğunda karpuz çekirdeği fırlatmak için genişleyen yanaklarını ömrü boyunca gururla taşır, makas alınmak istendiğinde, mahcup bi gülümsemeyle uzatır yanağını.

Önyargının kötü olduğu sonucunu çıkardım ben bu kısacık olaydan. Sizce de öyle değil mi_? O gün o kurtçuk abiyi görmeseydim, belki şimdi daha bi hapur hupur kiraz yiyor, bu yüzden de meyvelerle olan seviyeli ilişkimi, baya laubali, senli benli bi hale getirirdim.

Hayatta çok oluyor bu bana. Küçükken ne zaman bi kalem almaya niyetlensem, yanımdaki çocuklardan biri o kalemlerden daha önce kullanmış olurdu. "ben, benim anneme söylicem, arkası kırmızı, önü mor olan kalem, bi de üzerinde batman olan silgi aldırcam ben" O zamanlar özneyi yeni öğrendiğimiz için, babamızın malı gibi cümlelerde bol bol kullanır (annenin doldurduğu yemek tabağı misali), bana mısın demezdik, cümlenin içine ederdik ama mutlu olurduk. Çünkü derste gördüğümüz bişiyi uygulama fırsatı geçmişti elimize. Sorduğum arkadaşım kesinlikle ikisini de daha önce kullanmış olur, en azından beni ikna edebilecek kadar uydurma yeteneğine sahip olurdu. "Ya o kalem elini boyuyo, sonra çıkmıyor sittin sene" Sittinin de küfür olduğunu sanıyor ve argo ihtiyacımızı görüyorduk. Örnek verelim; "ben senin sittin sene, o öğretmen çok sittin sene!" vb... Peki silgi alırım o zaman sadece, deyince de; o silgiler çabuk parçalanıyor, ben aldım atomlarına ayrıldı, gibi bi cevap gelirdi. Atom da o zamanların en moda kelimelerindendi. Atomu karıncaların ürettiğini düşünürdük bu yüzden de karıncalara saygımız vardı. Bu teori atom karıncadan temel alınarak geliştirilmiş fakat imkansızlıklar yüzünden test edilememişti o yıllarda. Sonra ettik ama, yokmuş öyle bir şey. Eve gidince annem bana, hadi kırtasiyeye gidilem derdi. Ben yılların tecrübesi ve Emin'in gazlamasıyla baya bi bilgi yüklü olduğumdan anneme, hıh dercesine bi bakış atar, deterjan reklamındaki Ayşe öğretmenin kendisine yazdığını düşünen çocuğun edasıyla, anne ya onlar el boyuyooo, ben istemem, diğeri parçalanıyor, ben, sen alma onlardan, biz, siz, onlar... falan diye öznelerle devam eden bi vazgeçme cümlesi kurardım.

İşte böyle böyle, başka insanların tecrübelerinden bana geçen bi korku baş gösterdi bende. Baş göstermedi, kafası girdi resmen. Bu korkular önyargıları doğurdu. Pek çok girişimimi belki bu yüzden baltaladım kendi ellerimle. Halbuki herkese aynı şey mi olacak, o yandı diye benim de mi başım yanacak sanki o işten. Al işte, bi tabak kiraz yedim, bi tane kurt, bırak kurtu, kurtçuk çıkmadı.

Uzun lafın kısası, anlatmak istediğim şu; o şerefsiz Emin olmasaydı belki ben daha girişimci biri olacak, kırmızı-mor kalemim ve batmanli silgimle başlayan girişimlerime, 10 yıl sonra kendi holdingimle devam edecektim. Kısmet tabi bunlar. Bilemeyiz. He bi de, önyargı kötüdür, yapmayın sakın.

Acaba bu kirazda var mıdır kurt...
Oh yokmuş...

Acaba bu kirazda var mıdır kurt...
Oh yokmuş...

Acaba bu kirazda var mıdır kurt...
Oh yokmuş...


...

14 Haziran 2009 Pazar

Turuncu Gofret

İhanete uğramak çok ağır bi duygudur. Acı demiyorum. Ağır bi duygudur. Acı duygular farklıdır. Acı duygu yaşandığında, göğsünüz jiletle kesilmiş gibi olur. Başta bir şey belli olmaz. Sonra kan akmaya başlayınca anlarsınız her şeyi. Acı da birden patlar. Ama yarayı kapatmak mümkündür. Sevenlerin yardımıyla olsun, maddi olanaklarla olsun, bi şekilde kapanır o yara.

Ağır duygu bundan bambaşkadır. Ağır duyguda sanki sırtüstü yatarken göğsünüze bi ağırlık konulmuş gibi olur. Sıkışırsınız. Belli bi acı baş göstermez ama o bişiyin altında kalma, çaresiz olma hali çok daha fenadır. İşin kötüsü çoğu zaman kollarınızda o yükü kaldıracak gücü de bulamazsınız. Derdinizi anlatamazsınız. Baskı artar. Çünkü anlatabilseydiniz, yükü kaldırmak için başka kollar da yardıma gelirdi. Ama anlatamazsınız. Sorunun ne olduğunu, çözümün ne olduğunu, hatta bi sorunun olup olmadığına bile karar veremediğiniz için yardım isteyemezsiniz. Çok bok bi durumdur.

Bundan 10 sene önceydi. O zamanlar ilkokul 2. sınıfta dakikada 27 kelime okuyan, düz çizgi çizmeyi büyük başarı sayan, blok flütün tüm müzik aletlerinin atası olduğunu sanan, power rangersların yayımdan kalkmasının acısını yeni yeni atlatmaya çalışan küçük bi Mustafaydım. Küçük bi Mustafa bile değildim. "küçük mustafa" idim. Harfler arasındaki hiyerarşiye karşı olduğumdan dolayı M'yi sevmez, m ile yazardım adımı. Maksat küçük harfler üzülmesin.

Çocukken üzülmesini istemediğiniz şeyler cansız varlıklarken, büyüdükçe düşünebilen, konuşabilen şeylere kayıyor merhamet duygumuz. Önceleri silgimin kopmasına üzülürken, ilerleyen yıllarda kedilerin üşümesine, şimdilerde ise insanların üzülmesine üzülüyorum. Evet, insanların üzülmesi çok üzücü bişi benim için.

Daha silgiye üzülen safhadan kediye üzülen safhaya geçiş yaptığım yıllardı 2. sınıf yıllarım. Nedense bir türlü unutmadığım bir ihanet yaşamıştım. Belki de ilkokul dendiğinde aklıma gelen 2 şeyden biri bu olabilir. Diğeri de 5. sınıfta, sınıflar turnuvasında attığım goldü.

Taha diye bir arkadaşımız vardı. Sınıfın reisi olan, öğretmene ilk kez hocam diyen, derste konuştuğu için sürekli kulağı çekilen ama iyi top oynadığı için de üzerinde delicesine otoriter olmasını sağlayan bi liderlik aurası saçan çocuklardandı. Herkese istediğini yapar ama siz " Taha ya" deyip küçük bi itiraz ortaya koyabilirdiniz en fazla.

Bizim sınıfımızda 5 yıl boyunca uygulanan; hala aklıma geldikçe hayran kaldığım, imece'nin atası olduğunu düşündüğüm ama daha sonra imecenin aslında daha farklı bişi olduğunu öğrenip, atası olmadığını farkettiğim ama hayranlığımı devam ettirdiğim bir beslenme saati organizyonu vardı.

Okulda ilk tenefüs 20 dakikaydı ve bu sürede ilkokul çocukları beslenme saati uygulaması yapardı. Ortaokulda ise bu uygulama, öğle tenefüsü kantin uygulamasına dönüştü. Yaz saati-kış saati misali. Olay şuydu: Hergün bir çocuk, tüm sınıfın beslenme saati ihtiyaçlarını karşılardı. Yani herkese tost-meyve suyu alırdı. Ya da yakınındaki bi süpermarketten halley-caprysun olayına girerdi. Kimin alacağı ise sınıf listesinden takip edilirdi. Bence harika bi sistemdi. Bir gün bir arkadaşımız herkese çokonat, nam-ı diğer, turuncu gofret almıştı. Ben annemin sabah hazırladığı kahvaltının tokluk etkisiyle gofretimi, ileride evin babasının işleri bozulursa diye bi kenara sürekli para koyan anne gibi sıramın altına koymuştum ve 20 dakikalık tenefüs bana kaldığı için de bahçede çılgınlar gibi, büyük abilerin top oynamasını izleme sporunu yapmaya gitmiştim.

Daha sonraki dakikalarda elinde turuncu gofretiyle Taha çıkagelmişti bahçeye. Pis pis sırıtıyordu. Bir Galatasaraylının Fenerbahçenin avrupa maçlarında kaybetmesi karşısında, üzüldüm ne de olsa Türk takımıydı diye geyik yapması ama içindeki sevinçten dolayı dudağının kenarının kıvrılmasıyla oluşan ikiyüzlü gülümseme gibiydi bu adeta. O anda bi karanlık çöktü ruhuma. Yoksa bu benim, o kötü günler için sakladığım turuncu gofret miydi? O zamana kadar sadece, iyi yürekli çocukların, inançları sayesinde basketbol turnuvalarında şampiyon oldukları, Kanald'de pazar günleri yayımlanan çocuk filmleriyle büyümüştüm. Böyle bi adiliğin başıma geleceğini düşünmemiştim hiç. Çünkü iyilerin başına kötü şeyler gelmezdi. Tamam, bi keresinde bi arkadaşıma salak demiştim, ama bu beni çok da kötü biri yapmazdı. Peki o zaman neden böyle bir şey gelmişti başıma_?

Taha yanıma yaklaştıkça, gofretim daha da azalıyor, ağzının kenarına yayılan çikolata izleri, ruhumun üzerini örtüyor, içeri ışık girmesini engelliyordu adeta. Ve yanıma geldi. "Taha o benim gofretim mi" diye sordum, cevabının hayır olmasını tüm kalbimle dileyerek. "Evet" yanıtı geldi, ağzında çıtırdayan fındıkların sesinin arasından. İşte ağır duygunun nası bir şey olduğunu o zaman anlamıştım. Acı bir duygu değildi bu. Batman'imin kolu kırıldığındaki duygu gibi değildi bu. Daha farklıydı. Kesmiyordu, eziyordu göğsümü. İhanetle tanışmıştım. Ve kendisini hiç sevmemiştim.


"Keşke yemeseydin Taha" dedim. Onun cevabı ise sadece omuz silkmek oldu, zilin çaldığı ve beraberce sınıfa doğru çıkmaya başladığımız zaman.

13 Haziran 2009 Cumartesi

Dizlerim ağrıyor.

26 Mayıs 2009 Salı

Geldi Bahar Ayları

Son yazımın tarihine baktım da, ne kadar zaman geçmiş. Obama falan demişiz. Sabahları üşüdüğümüz, okul dönüşleri terlediğimiz günlerdi. Bayağı olmuş be. 

Sınav haftası geldi yine. İlginçtir, şimdiye kadar pek bi zaiyat vermedik. Kör topal ilerliyoruz sınavlar arasında. Birisine basacağız, patlayacak mayın misali ama bakalım ne zaman.

Otobüs durakları taşınmış. 1 hafta otobüse binemedim. Otobüsümü bulamadım çünkü. Neyse yenilik güzeldir. Arada yapmak lazım gelir. Siz de yapın. Mesela bu gece yatağınızda ters yatın. Ayakucuna kafanızı koyun. Dediğim gibi, değişiklik iyi güzeldir, iyi gelir bünyeye. 

Bu yıl ilkbaharı atladık gibi oldu. Sonbahar-kış-sonbahar-yaz oldu birden. Mevsimler de sapıttı. Hava ısındıkça ısınıyor, güzelleştikçe güzelleşiyor. Evde kalmak lazım gelirken, dışarıya çıkmak istiyor deli gönül, dışarı çıkınca da, eve hasret duyuyor sıcaktan. 

Sergiler, konserler başladı İstanbulun her köşesinde. Fırsat buldukça gitmek gerek. Ben gitmiyorum gerçi de, gidilse hoş olurdu hani. En azından karşıya geçerken bi bahaneyle vapura binmiş olursunuz. 

İnsanın hayatta, ilk sevdiği şey neyse, ölüme yaklaştıkça da eski sevdiklerini yakınında bulundurmak ister, eskiden yaptığı şeyleri tekrar yapmak istermiş. İlk göz ağrısı işi sanırım böyle bişi. Ben nostaljiyi pek sevmem. Ama öyle diyorlar. Zamanla göreceğiz artık. 

Blogun da başlığını değiştirdim, farkeden bi kişi yok. 

Film indirmek ne güzel iş yahu. Seyretmesi o kadar değil de, indirmesi çok zevkli. Arıyorsun, araştırıyorsun, oyuncularını inceliyorsun, yorumları/puanları falan değerlendiriyorsun, çok güzel. Bi de inerken arada bi yüzde kaçı inmiş diye bakıyorsun. Değişik zevkler. Ama indiğinde, torrent programı "pıng" diye bi ses çıkartıyor ya, sevinçle karışık bi hüzün kaplıyor insanı. Anlatılmaz yaşanır böyle şeyler.

Bu aralar nedense böyle bi keyfim yerinde. Sınavlar başladı, 1 haftadır evden çıkmadım okul dışında, uykuya ayırdığım saat hatırı sayılır biçimde azaldı, eve gelirken yorgunluktan ölmeme rağmen dinlencek vakit bulamıyorum, okulda ilginç şeyler oluyor, insanlar küsüyor, insanlar barışıyor, okul bittiği için uzun bi ayrılık olacak eşdosttan, öss de yavaştan hissettirmeye başladı kendini, dersane denemeleri kötü vs vs uzuyor gidiyor liste. Ama nedense bu aralar dert edemiyorum kendime bunları. Bugün denedim, bakalım canımı sıkabilecek miyim diye bunlarla, yok olmadı. Yeni birşeyler çıkar illa ki yarın, amma ve lakin o zamana kadar keyifli olacağım sanırım.

Mutsuz olmak tembel adam işi. Çaba sarfetmeden mutlu olamazsın ki. Yani gökten 3 elma düştü falan olayları masallarda bile olmuyor artık.Bunca neşe veren şey varken, neden gözümüzün önündeki güzellikleri görmüyoruz da, ruhumuzun derinliklerine gömülmüş ufak tefek şeyleri gün yüzüne çıkarmak için uğraşığ duruyoruz_? Ben de bilmiyorum valla. İnsanlık hali bu olsa gerek. Akıl sır erdiremiyorsun arkadaş. 

Son olarak eskiden beri kulak aşinalığım olan ama sözlerine dikkat edince bayağı hoşuma giden bir şarkıyı paylaşarak bitireyim yazıyı. Bu yazı sadece blog boş kalmasın, bi de ben girmeye gitmeye şifremi unutmayayım diye yazılmış gibi görünse de pek öyle değil. Ara sıcak gibi birşey. Asıl yazılar duruyor taslaklarda kayıtlı olarak da, bu güzel günlerde, onları yayımlayarak can sıkmak ne fena olur. 


Şarkı gelsin; 
Peter Gabriel - Don't Give Up,  video eski olduğu için clip tatmin edici olmayabilir. Siz sözleri takip etmeye bakın: 

7 Nisan 2009 Salı

Çizmeli Kedi



 "nasıl anlatsam, nerden başlasam..." ,
 demiş MFÖ  "Bodrum Bodrum" şarkısında. Çok da güzel demiş. Onlar Bodrumu güzel anlatmışlar, bakalım ben de istediklerimi anlatabilecek miyim birazdan. Bakalım...
  
  Barrack Hussein Obama ziyaret etti ülkemizi şu geçtiğimiz günlerde. Hani şu, ten rengi farklı diye dünyaya barış getireceği sanılan, o seçilince bizim de seçilmiş sayıldığımız ABD başkanı. Ben işin siyasal dengeler tarafına bakmıyorum. Zaten baksam da anlamam, anlatamam. İzleyip, anladığım kadarıyla bu Obama büyük adam. Çünkü büyük ülkenin büyük başkanı. O bizim abimiz. Eğer KOBÜler(küçük ve orta büyüklükteki ülkeler), abileriyle iyi geçinirse, diğer mahallelerdeki çocuklar onlara sataşmaz, mahalle maçlarında onlara asla ters bişi söylenemez. Eğer kavga çıkarsa.Topunu da al git, bi daha da olsa gelmem der, resti çekeriz. Biliriz ki bizim sırtımızı dayadığımız büyük abimiz var. 

  Çeşitli şirinlikler yaparız abinin gözüne girmek için. Şunu getir der, getiririz; sen çık ben oynayacağım maçta der, çıkarız; Hilmi'ye küfret, Ali'ye yamuk yapma der, peki abi deriz. Sürekli gönlünü hoş tutmaya çalışırız, ne derse yaparız. Bu arada o da bize çikolata verir; koçsun sen, döversin herkesi, büyüyünce bizle gezceksin der. 

  Obama'nın Türkiye ziyaretinde de bunu gördüm. Her türlü şirinliği yaptık. O da bizi kollayacağına, büyük çocuklardan koruyacağını, bizle ileride arkadaş olacağını söyledi. Biz de onun gözüne girmeye çalıştık. Sevimlilik yaptık. Adamın jipindeki lastiklerin modelini bile anahaber bültenlerimizden duyurduk. Abimizi övdük. Tabiri caizse kıçımızı yırttık.

  Ama bi varlık var ki şu dünyada, beni benden aldı...

  Yukarıdaki fotoğrafta yer alan kediden bahsediyorum. Obama ve Erdoğan Ayasofyayı gezerken, sütunların dibinde bi kedi görüyorlar ve okşuyorlar. Düşün artık. Obama lan, bu boru mu!? Okşuyor seni! Obama kadar büyük bi abi olmasa da, kendi sokağında sözü geçen bi çocuk da var. O da seni okşuyor.

  Biz ABD için bu kadar takla atar, imtiyaz verirken, o kedi kılını bile kımıldatmıyor Obama için. Obama seviyor ve gidiyor, kedi istifini bile bozmuyor. 

  Bir kez daha insanların hayvanlar karşısında ne kadar aciz olduğunu farkettim. Sadece kendin için yaşamaktan daha özgür ve insanı mutlu kılan birşey olabilir mi acaba_? Bi de şu kediye nankör derler. Halt etmişler. Bence o kedileri çekemeyen insanların iftirası. Kıskanıyorlar çünkü kedi gibi yaşamayı.

  Eh işte insanlağın 2 önemli cezasından biri bu. "Sosyal olma gereği". Bir diğer ceza ise, "Düşünmek". Düşünmenin nesi ceza derseniz, ne kadar gelişirsek gelişelim, asla ağaç kavuğunda cevizini kemiren bi sincap kadar mutlu olamayacağımızı, çünkü düşünmek zorunda olduğumuzu söylerim. Düşünme konusu da çok uzun mesele vesselam. Sonra değiniriz.
 


  

20 Mart 2009 Cuma

YILIN OKURU

TURUSHAN AKTAY
kafam girsin

19 Mart 2009 Perşembe

Somewhere Over the Rainbow




Someday
I'll wish upon a star
And wake up
Where the clouds are far
Behind me
Where troubles melts
Like lemon drops
Away above the chimney tops
That's where you'll find me

14 Mart 2009 Cumartesi

Kimyasal Denge


 "Mutluluğun resmini çizebilir misin_?" geyiği varıdr hep. Valla ben denedim çizemedim. Çizen olursa görmek isterim. Onun yerine mutluluğun araçlarından biri olan arkadaşlığın grafiğini çizdim ben de. Pek ciddi olmamakla beraber, doğruluğu da ispatlanmamıştır. O yüzden, "yok böyle bişi" diye düşünüyorsanız çok da umrumda değil açıkcası.

 Sol taraftaki(A.D) doğru, arkadaşlık derecesini gösteriyor. Diğeri de yanında yazdığı gibi, süre. Dönüm noktalarını rakamlarla belirttim. Şimdi onları açıklayacağım:

1) Bu durum herkes için değişiyor. O yüzden 2 seçenekli yaptım. Kimi insanları ilk gördüğümüzde kanımız ısınır, kimilerine karşı ise bir önyargıyla bakarız. Kırmızı olan önyargı.

2) Bu kısım, tanışdığımız zamanı gösteriyor. Bir nevi arkadaşlığın başlangıcı. İşte burada hızlı bi sürece girer arkadaşlığımız ve hızla tanışır, kaynaşır, samimiyeti ilerletiriz

3) Zamanla yakınlaşma ivmemiz yavaşlar ve "yavaşlayarak artan ivme" ye geçer iş. Artık daha az yol katederiz. Sayılara dökeyim hatta. Eskiden +10, +10 diye giderken, burdan sonra +3,+2,+2,+1,5 falan diye ilerler. Çünkü artık birbiriniz hakkında bilmediğiniz çok şey kalmamıştır. Kalanlar da öyle bi anda söylenebilecek/farkedilecek şeyler değildir. O yüzden bi yavaşlama olur.

4) Burası samimiyetin ilk doruğur. Çünkü kimileri birazdan göreceğimiz kırılmayı hafif atlatır ve daha sıkı birbirlerine kenetlenir. Bazıları ise ilk ve tek doruktur... 

5) Heh! İşte burası kırılma noktamız burası. Bu olaya neden olan pek çok şey olabilir: yanlış anlama, büyük bi' kavga, 3. bir kişi, araya konulan uzun bir ayrılık(taşınma vs vs) ve saat geç olduğu için şu an aklıma gelmeyen bir sürü şey. Genelde büyümenin getirdiği bi' hezeyandan kaynaklanır. Burada birden bir düşüş yaşanır. Bir soğuma olur. İki farklı seçenek gelir insanın önüne:

a)Taraflardan biri alttan alır/hatasını anlar/araya giren mesafeyi veya engelleri aşar(kafasında en azından)/başkası tarafından barıştırılır vs vs... 

b)Kişiler(en az biri) dik kafalılık yapar/İnceldiği/ yerden kopsun der/artık yorulur ve işin ucunu bırakır/ aslında hata yaptığını anlar vs vs...  

6) Bu "b" seçeneğini seçen kişinin süreci. Artık pek eksikliğini hissetmeye başlamazsınız arkadaşınızın. Bi yerden sonra, bakmışsınız ki, artık sadece merhabalaşan eski iki arkadaş olmuşsunuzdur. Karşılaşmalarınızda da "eski günler nasıldı bea, bi ara bişiler yapalım" geyiği döner. Yaşadım, oradan biliyorum yani.

7) Bu da sevdiğim kişi işte; "a" seçeneğini tercih edenin geleceği böyle oluyor. Her ne kadar 4 numaralı doruk gibi olmasa da durumları, ileride azim ve özveriyle eski seviyesine taşıyabilir işi, hatta eskisinden de yükseklere taşır bu doruğu. Tabi her zaman böyle olmaz. Kimi durumlarda ise, arada yaşananlar unutulmaz ve hiçbir zaman herşey eskisi gibi olamaz. 

 Evet, "Arkadaşlık lan bu, ne saçma şey, bunun da grafiği mi olurmuş" diye düşünebilirsiniz. Fakat benim kafamda buna benzer bir şey var. Manyak mıyım_? Olabilir tabi, aksini iddia etmiyorum. Zaten benim blog'umda da benim saçmalıklarımın olmasından daha doğal bir şey olamaz di mi yani.

Not: Uykum var, o yüzden yazıyı kontrol etmeden yayımlıyorum. Aysu'ya söyledim. O okuyacak ilk kez. Hataları gösterir artık. Yine de hata buluyorsanız tamamen onun suçu. Gidip uyumasın dil ve anlatım dersinde o kadar.

Not2: Hala tırnak yemedim.

13 Mart 2009 Cuma

Ojah Awake

- Bugün çok özel bir gün. Tam 1 haftadır tırnaklarımı(daha doğrusu yandaki etleri) yemiyorum. İnanılmaz zor bir durumdu başlarda ama azim ve disiplinle kurtuldum bu meretten. Darısı sigarayı bırakmak isteyenlere

- Sabah totoş bi' inglizce sınavı olduk. Üşenmişler herhalde, çok genel sorular sormuşlar. Yapamadık tabi.

- O değil de nescafe 3ü1 aradayı sıcak suyla dolu fincana döktüğünüzde hiç gözlemlediniz mi_? Ben inceledim. Çok acıklı ya. Böyle bi tepe oluşuyor su yüzeyince önce. Sanki suya karışmak istemiyorlarmış gibi. Hatta sonralara doğru böyle bi kenetleniyorlar ama nafile. Gerçekten birarada elemanlar. Yalan değil valla.

- Minibüste sabah bozuk paranız olmayınca 10/20 lira falan uzatırsınız ya. Şoför, "sen otur ben vercem üstünü" der. Siz de böyle bi' beklemeye başlarsınız. Zaman ilerler adam vermez para üstünü. "Acaba unuttu mu lan, hatırlatiim mi_?" falan diye geçirirsiniz içinizden de söylemeye çekinirsiniz, adama ayıp olmasın şimdi diye. Çok kötü bir şey o ya. Ceplerimiz de bozuk para tutmalıyız sürekli.

- Nevi şahsına münhasır'ı cümle içinde kullandım bugün. Çok güzel bi' duyguymuş. İlk okulda öğretmenimizin bize kelimeler verip, bunları cümlede kullanın dediği günler geldi aklıma. Ne günlerdi ya. 

- Bizim, 3. sınıftayken sanırım, bi' tane büyük kartona çizdiğimiz bir ağacımız vardı. Elma ağacı. Böyle elmalar vardı dallarında. Hepsinde sınıftan birinin adı yazılıydı. İyi bir şey yaptıkça, hoca elmamızı boyardı. Benim elmam hiç kırmızı olmadı ya. Bütün yıl boyunca sadece sol tarafında bir kırmızı leke kadar boyatabilmiştim. Sanırım elma sevmememin nedeni bu olsa gerek.

- Bizim de sınav haftası başladı. Bir rehavet çöktü bana. Sinemaya gider gibi sınava giriyorum. Hiç heycanı olmuyor lan böyle de. Bir mısırımız eksik sanki sınav salonunda. 

- Şişman bi' zenci olmak istiyorum bazen. Adamlar çok neşeli ya. Bayılıyorum. Gerçi 45 yaşında kalpten falan gidiyordur onlar ama olsun. 45 iyidir.

- Dün gece süper loto çekilişi yapılmış. Haberim yoktu. Zaten hayatımda hiç oynamadım da. Ama dün gece(bu sabah yani) rüyamda sayısal lotonun numaralarını gördüm. 4. ve 5. sayıyı hatırlamıyorum. Uyandığımda unuttum. Neyse rakamlara geçeyim ben. 3-14-27-...-...-42. Eğer çıkarsa part-time müneccim olarak işe başlayacağım. 

- Osibisa/the coffee song öneririm herkese.

- Okulda voleybol turnuvası başlıyacakmış yakında. Takımsız kaldım galiba. İlgililere selam ederim.

- Kahve içerken fincandan tabağa kahve falan damlıyor ya bazen(fincanla içerim ben kahvemi, dilimi yaka yaka hemde).  Sonra fincanı üzerine koyunca böyle bi' yapışıyorlar kısa süreliğine, sonra tekrar fincanı alırken bi "fıjık" sesiyle ayrılıyor birbirleriden. Kötü ya. Ayrılmasın kimse. Üzmeyin birbirinizi.

- Tarihe geçecek söz arayışlarım devam ediyor. En son " hayat bir yudum su, ya dökerin, ya içersin" diye bir şey buldum. Günlük hayatımızda kullanalım lütfen.

- "Siz siz olun" diye başlayıp " sakın bilmem ne fişmekan olmayın" diye bir söz kalıbımız var ya. O biraz gereksiz uzatılıyor. " Siz siz olun" kısmı yeterli zaten, herşeyi anlatıyor daha ne uzatıyorsun.

- Bence "boş zaman" kavramı, uyumadığımız tüm zamanları kapsıyor. Uyku ne güzel şey. Uyuyun işte. Gerisi yalan ya. 

- Çok tembel birşey oldum ben ya. Böyle yazı mı olur lan!

-Şimdi taslak halinde kaydettiğim, ufak eklemeler bekleyen yazılara baktım da, içim karardı. Bu yazı daha iyi. Zaten Osibisa dinliyorum. Olacağı bu.


7 Mart 2009 Cumartesi

Overcome


Bu fotoğraftan yola çıkarak bi yığın konu hakkında yazı yazılabilir. Mesela aklıma ilk gelenler; engellerin aşılamaz olmadığı, inancın etkisi, özgüvenin karşınızdakiler üzerindeki etkisi vs vs... 

Bunları anlatmayacağım. Oyunun yerine sizden sadece şu fotoğrafa bakıp, bir şeyler yaratmanızı istiyorum. Benim deneme diye adlandırılan bayağı görüşlerimden çok daha fazla şey katar size en azından.

28 Şubat 2009 Cumartesi

Houston Beni Duyuyor Musun, Sanırım Bi' Sorunumuz Var


Last 52 Minutes to Launch...
Birazdan benim doğum günümmüş sevgili blog. Ben pazartesi sanıyordum. Allah'tan Gökçe uyardı da karambole gitmedik. 17'de kalacaktım yoksa. 

Şimdi böyle birden farkına varınca bi' garip oluyor insan. Hazır değilmişim gibi geliyor. Çocukluktan çıktık zaten fiilen de, resmen de çıkınca bir şeyler eksiliyor sanki içinden. İçerisinde bulunduğun bir yerden dışlanmış gibi hissediyorum artık kendimi. En son 6 yaşıma girerken hissetmiştim bu duyguyu. Oyun parklarındaki top havuzları için 5 yaş sınırı  vardı çünkü. O zaman da böyle bi' şeylerin artık yerinde olmadığını farketmiştim.

Last 46 Minutes to Launch...
İnsanları uzaya fırlatılan mekiklere benzetiyorum. O mekik üsten ilk çıktığında tüm fırlatma roketleriyle beraber tastamamdır, ayrılmaz bir bütün gibidir ya, sonra atmosferdeki tabakalar geçildikçe, işi biten, artık fazlalık yapan parça bırakılır ama ihtiyacı olan diğer roket parçalarıyla asıl mekik hala yoluna devam eder. Onun gibiyiz biz de. Mesela altı yaşına girince sana küçük çocuk olmanın(bırak çocuktur, yapsın) verdiği imtiyazlar kalkar, çünkü artık okula gidiyoruzdur. İşte orada aslında bizi iten bir roketimizi bırakmışızdır uzayın derin boşluğuna, bi daha rastlamamak üzere. Artık yaptığımız hiçbir şeyden sonra küçük çocuk olma bahanesini kullanamayız. Ortaokula başlayıp, o kravat-çeketi kuşandığımızda da benzer bir şey olur. İlkokul çocuğu olma sevimliliğin kopmuştur artık. Yoluna geri kalan roketlerin itişiyle devam edersin. 

18'e girmek çok daha büyük bir kayıp hissi yaşatıyor artık. Ulan seçmen sandığını listesinde adım var! Yılların muhtar "amcası" olmuş muhtar "bey", bana "siz" diyor. Ne zaman ben, biz oldum. Ne çabuk geçti zaman. Artık birey olmanın sorumlulukları binecek üstüme. Ne bireyinden bahsediyorsunuz siz, ben yatağımda yatıp, spongebob izleyen o küçük çocuğum hala. Nedir bu değişim böyle. Bu sefer roketten büyük bi' parça koptu ve hayati üniteleri de yanında götürdü. Yerlerini doldurması zor olacak.

Last 35 Minutes to Launch...
Sanırım insanlar dünyaya bir bütün halinde geliyor. Roketlerin ilk başta bir bütün olduğu gibi. Herşeyimiz var aslında. Yani insan kendini geliştirip, kendine birşeyler katmıyor. Herşey içinde mevcut zaten. Zamanla bazı parçalarını kesip atıyor. Onları arkadasında bırakıyor. Bazılarımız o roketlerden daha geç ayrılmak için atmosfer katmanlarını ağır ağır tırmanmaya çalışıyor. Ama en sonunda artık o vazgeçilmez, çok sevdiği parçayı bırakıp, yoluna devam etmek zorunda kalıyor. İstesek de istemesek de bu böyle sanırım. 

Büyükdükçe gelişmiyoruz, aksine basitleşiyoruz. Sadeleşiyoruz. Zamanla fazlalık olarak gördüğümüz yanlarımızı törpülüyoruz. Yani değişimimizin nedeni kendimize yeni şeyler katmamız değil. Eskiden bizde varolan şeylerden amacımız doğrultusunda vazgeçmemiz. Bize sadece, gitmek istediğimiz hedef için hangilerinden vazgeçmemiz gerektiğini seçmek kalıyor. Bu ölçüde de farklarımız belirginleşiyor. Herkes farklı bi bölümünden vazgeçiyor ve rotasını o doğrultuda seçiyor. Başka bi' deyişler, başlangıç noktamız aynı ama vardığımız gezenler farklılık gösteriyor.

Last 27 Minutes to Launch...
Şimdi farklı bir şeyi daha anladım. Bu benim "çocuk" olarak yazdığım son yazım. Bundan sonraki tüm yazılar bir yetişkine ait olacak ve onun düşüncelerini taşıyacak. Bir günün insanda bu kadar etki yapması saçma geliyor bana da. Yani tabi ki yarın uyandığımda şu anki halimden pek farklı olmayacağım. Doğum günü hede'si sadece artık değişimin başladığının işareti. Kıyamet alametleri gibi işte. Sırayla gerçekleşiyorlar ve en sonunda kaçınılmaz oluyor ya, onun gibi işte. Sadece, artık bu değişimin kaçınılmaz olacağını ve buna kendimi hazırlamam gerektiğini gösteriyor. 

Mekik uzaya yaklaşmaya başladı. Ardından derin bir sonsuzlukta ıssız karanlıkta, yıldızların aydınlattığı bir yol arayıp, kendinisini uygun bir gezegene ulaştımasını umacak. Olmazsa da büyük hiçliğin içinde, yitik başka bir mekik olacak ve sonsuzluğu genişletecek...

Last 11 Minutes 





Rampage ready to launch
Get your positions
All systems are activated
Launch...

15 Şubat 2009 Pazar

Sanrı

En güzel rüyalarımdı,
Uyandığımda bana mutsuzluğumu hatırlatan
Alaca karanlık kabuslarımdı,
Aslında tutunacak bir parça huzurum olduğunu 
Bana gösteren
Uzak olan şeylere sevindim hep
Belki bundandır;
Dibe vurduktan sonra, 
Kafamı yukarı kaldırıp,
Tekrar yükseleceğim günü tebessümle bekleyişim

22 Ocak 2009 Perşembe

17


(bu yazı 17 numaralı otobüs hattında, imkansızlıklar içinde, telefona kaydedildikten sonra buraya geçirilmiştir)

Üzüldüğüm çok şey var ama hiçbirinden pişman değilim.

Beni insan yapan o üzüldüğüm hatalar çünkü. Onları yapmamış olmayı dilemek, şu anki ben olmamayı istemekle aynı şey, ya da daha kötüsü, mükemmel olmayı amaçlamakla...

Mükemmel olmaya çalışmayın, kendiniz olun, sizi siz yapan hatalarınıza üzülün ama asla pişman olup yapmamış olmayı dilemeyin.

Kendinize olan güveninizi yitirmenize izin vermeyin. Asla insan olduğunuz gerçeğini unutup kendinize haksızlık yapmayın.

Hata yapmayı sevin, çünkü her hatanız sizi daha çok diğerlerinden ayırır. Sizi daha çok ayrı kılar. Hata yapın demek değildir bu, sadece yaptıktan sonra hata yapmış olmanızı sevin ve ondan korkmayın. Hata korkusu yüzünden korkak olmayın.

Ya da isterseniz, birer parçaları olan hatalar için, dünyanın en işe yaramaz kelimesi olan "keşke"lerden oluşan dünyalarında asla erişilemeyecek bi hayal olan mükemmellikten uzak oldukları için ağlayan ve sızlayan, kişiliksizlikleri içinde yüzen insanlardan biri olun.

Choose your side...



20 Ocak 2009 Salı

Kotasızım Lan!

Gömleğimi ve pantolonumu ütüledim. Şimdi de fırındaki poğaçalar için nöbet tutmakla görevlendirildim. Bu arayı da bloga yazmak için güzel bi fırsat olarak gördüm. Saat gece yarısını geçeli çok oldu ve yarın okula gideceğim sanırım. Bugün gitmedim, yarın da en azından yarım gün giderim diye düşündüm. 


Evdeyken düşünecek çok vaktim oldu (bkz: içerdeyken düşünecek çok vaktim oldu) demek isterdim ama boş boş oturdum valla tüm gün. Dexter ve Tom Hanks filmleri arasında gidip geldim. Biraz yorucuydu. Önce bir seri katilin adam kesmesini, sonra AIDSli bir gayin hak arayışını izlemek falan başımı döndürdü. Sonra bi bakmışım yine msn başında tünekliyorum. 


Sosyalleşmek için bilgisayar başına oturan varlıklara dönüştüğümüzden, yüzyüze konuşmaktansa,  ışıklı 17" ekrandaki aniden beliren harfleri izlemek daha doğal gelmeye başladı bize. Üst üste iki nokta ve bi tane "d"'den oluşan mimiklerimiz, ruh hallerimiz oldu. Farkında değiliz belki ama iletişimimiz gittikçe körelmeye, sıradanlaşmaya, baside indirgenmeye başladı. Sadece msn değil bunu bize yapan; televizyonlar, gazeteler, oyunlar... Hepsi birer suçlu gibi.

Hiç dikkatiniz çekti mi, artık düşünmüyoruz. Evet, haklısınız, kimin kime ne dediğini, bize kimin ne yaptığını, kime "trip" atacağımızı, modayı yeterince takip edip etmediğimizi düşünüyoruz. Hatta dünyanın en gereksiz işlerine kafa yorup, ota boka canımızı sıkabiliyoruz. Evet, bu açıdan bakılırsa hepimiz birer filozof sayılabiliriz. Fakat dünyadan düşünülmesi gereken daha önemli şeyler var. Peki şunu farkettiniz mi; bütün gazeteler, televizyon haberleri bizim yerimize yorum yapıp, olayları analiz ediyor. Haberleri okuyup, düşünmek yerine, ideolojimize uygun birinin/birilerinin bizim yerimize düşünüp çıkarımlarını bize anlatmasını bekliyoruz. Olaylardan çıkardığı sonuçları benimsiyoruz. Aklımızı kullanmıyoruz. Ortak kanılara uyup, alışılmışı benimsiyoruz. 

Geçen gün Hrant Dink anıldı televizyonlarda. Yine herkes Ermeni, Hrant Dink oldu; İsrail katliam yaptı, herkes yine Filistinli, Lübnanlı oldu. Peki neden biz, biz olamıyoruz. Neden "hepimiz Türk'üz ayrıca Irkçılığın ve İsrail cinayetlerinin ta aq!" demiyoruz_? Nedenini sanırım kestirebiliyorum az çok. Sağolsun yine bizim yerimize düşünüp, bizi büyük bir zahmetten kurtaran insanlar, bize ne olmamız gerektiğini söylüyor ve biz de " ulan adam haklı ha" deyip buna katılıyoruz. 

Hepimiz bir şeyler oluyoruz sürekli ama bi türlü insan olamıyoruz İnsan olmanın en büyük , özelliğini, düşünme yetimizi, kullanmıyoruz, kullanmak istemiyoruz, kullandırtmıyorlar. Herkes beyinsiz zombilere dönüşmeye başladı.

0 ve 1'lerden oluşan görüntülere, ölme animasyonu yapma komutu vermek bizi bizden alıyor. En verimli yaşlarımızı salak salak, salya akıtarak ve deli gibi, bi takım tuşlara basarak harcıyoruz. Sonunda hiç bi getirisi olmayan ve kimseye yararı dokunmayan saçma bi sektöre para kazandırıyor, onlara hobi ve stress atma kaynağı olarak nitelendirip, "oyun" ismini veriyoruz. 

İnsanlar yalnızlaşıyor. Çünkü artık birbirlerine ihtiyaç duymuyorlar ve beraber geçirdikleri zamanlara gerek duymuyorlar. Herkes kendisine yetiyor. Sıkıldım mı, hemen bi film takarım DVDye ya da bi oyun oynarım ya da ne bileyim saçma salak tv dizilerini izlerim. He, çok mu konuşasım geldi biriyle, hemen msn'i açar, parlayan şekillerle ve sarı kafalarla bu ihtiyacımı karşılarım. 

Bence insanları birbirine en çok yaklaştıran olay, ortak şeylere gülmek ya da üzülmek değil. Ortak şeyler üzerine farklı yorumlarda bulunmak, düşünmek, yorumlamak,  tartışma imkanı bulmak. Ne yazık ki bunun için de biraz hazırcıyız. Düşünürken bile başkalarının olaylara yaklaşımlarını tartışıyoruz, sıfırdan yaratamıyoruz hiçbir şeyi. Kongar mı haklı, Barlas mı_? Ulan sana ne onlardan. Senin düşüncen her zaman doğru olandır. Neden doğruyu iki şıkka indirgemek zorunda olayım ki_?

Bizim yerimize Hıncal Uluç'un düşündüğü, sanal adamcıkların top oynadığı, sarı yuvarlak kafaların duygularımızı anlattığı bir zamandayız artık. 

Tamam, işte. Fırındaki poğaçaları çıkarma vaktim geldi. Arada 2-3 tane yerim belki yatmadan. Umarım yarın kalkabilirim. Okulun en güzel vakitlerini evde geçirmek istemiyorum.


Not: Bugün Martin Luther King günüymüş, kutlayalım ayıp olmasın.


Get Music Tracks! Make Your Own!