12 Kasım 2010 Cuma

Mazhar Abi

Saat 4ü çoktan geçmişti. 10 günlük tatile resmen başlamamız için önümüzde sadece introduction kısmı yazılmış, bağlaçların boca edildiği defter sayfasındaki taslağımızın tam bir essay'e dönüşmeyi ısrarla reddetmesi duruyordu. Yeni aldığım minicooper'ımla çocukluğumda üzerine uzun mesailer harcayıp mükemmelleştirdiğim artistik figürleri sergilerken, bitirilmesi gereken essay'den sorumlu diğer 6 göz de beni takip ediyordu. Kendimce "ölüme atlayış" ismini uygun gördüğüm figürümü (kurmalı arabayı yüksek bir yerde geriye doğru çekip, az ilerideki sandalyeye atlatmaya çalışmak) gerçekleştirdiğim sırada bizden sorumlu hocamız, tamam artık isteyen çıksın, anlamına gelen kimi ifadeler kullandı. "ölüme atlayışı" erteleyip toparlandım ve hızlıca, 'iyi bayramlar iyi tatiller' deme çabamın bozuk diksiyonumca yeniden şekillenen haliyle kulağa "ibayralaritaa'ler" olarak gelen dileklerimi, sınıfta kalan az sayıdaki sınıf arkadaşımın üzerine serpiştirdim.

Her zaman filmlerde gördüğüm olaylardan biri olan, "Bilmemkime 2 biletim var, gelmek isteyen_?" aksiyonunu gerçekleştirmek hayaliyle, akşamki Mazhar Alanson söyleşisine 2 kupon almıştım. Boşalan sınıftan ilk çıktığımda kapının önünde durarak, hayalimde bolca tekrarladığım "Mazhar'a iki biletim var, gelmek isteyen_?" repliğimi ustaca söyledim. Sonuç tabii ki ilgisizlikti. Bunu bekliyordum zaten, sonuçta Amerika'da değildik ve elimdeki biletler de KISS'in 30.yıla Özel Konseri'nin biletleri değildi. Bundan ötürü 1e1'de, tenhada önünü keserek şaşkınlıklarından yararlanmayı planlandığım insanlara yöneldim sorumla. Sorduğum 10 küsür kişiden de benzer kibar-reddetmeler alınca, söyleşiye tek gideceğim gerçeği aniden, yürürken kafama çarpan alçak bir dal gibi şakladı yüzümde.

18.00de başlayan söyleşi için yarım saat önceden gittim ilgili binaya. Karışılıklı sıra olduğumuz kapının önünde yapacak başka bir şey bulamadığımdan, karşımda duran Neşelican'la Tepişikmert'i izlemeye koyuldum. Sürekli işitip, gülüşüyorlar, sonra da "boğaziçi işletme olduğumuzu çok belli ediyoruz, hahuhauhaauh" diye açıklamalar yapıyorlardı sıradaki diğer kader mahkumlarına. Bayılıyorum hoş olmayan davranışlarını, kendimle barışığım olm ben, makyajından geçirip bir övünç objesi haline getirenlere. Her yerde bulabilirsiniz bu insanlardan. Bunun gibi kısa ve hatırlamadığım pek çok çıkarımdan başka bir tanesini daha yaparken, bir omuz çarptı bana. "Pardon" dedim ve karşılığında bir mırıldanma duydum. Sadece bir kişiden çıkan bir mırıldanma değildi ama, sanki 3 kişi aynı anda, farklı tonlarda mırıldanmıştı. Kafamı çevirip baktığımda bu buruşuk yüzün ve kel kafanın Mazhar Alanson'a ait olduğunu farkettim.

Kısa bir süre sonra bizi de salona aldılar. Moderatör'ün sorduğu sorulara 3 kişilik sesiyle cevap veren Mazhar Alanson'u dinlerken, sesinden midir yoksa cevaplarındaki rahatlık ve özgüvenden midir anlamadığım bir mutluluk peydah oldu içten içe bende.

Söyleşi bitti, defterime imzasını aldım, ayrıldım daha sonra. Ama içimdeki mutluluk bir başkaydı. Eve dönüş yoluna koyuldum. Yol dediğim şey 2 saati geçtiği için düşünmeye daha çok vaktim oldu. Bu mutluluk yalnızlıktan kaynaklanan mutluluktu. Yalnızlık detoks gibi. Bazen kendimizle bir şeyler yapmamız gerekiyor, insanlarla olan sıkıntılarımızdan, kafa karışıklıklarımızdan, tereddüt ve yapmacıklığın verdiği yorgunluklardan kurtulmak için.

Mazhar Alanson'un dediği gibi: yalnızlık ömür boyu. Madem ömür boyu, bari bununla barışıp, tadını çıkarmaya çalışalım.

BoÜnden Sesleniş

Geldi zaman, geçti zaman. Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış, bir de bakmışım ki 2 aydan uzun süredir yeni yazım yok. Bunun en büyük nedeni, son zamanlarda üniversiteye alışmaya çalışmaktan düşünüp, yazacak vakit bulamamam. Sorarsan ki, üniversiteye alıştın da mı yazmaya başladın, yok öyle bir dünya, üniversiteye alışılmıyor sanırım.

(bu arada 1818 oldu, biri beni düşündü)


1 Eylül 2010 Çarşamba

Patikalar

Her devrin bir fenomeni oluyor. Bir dönem Matrix oldu bu, kimse "abi film bu yaaa, adamlar aşmış" yorumunu haftada bir yapmadan dışarıda dolaşamıyordu. Ya da futbolda bir zamanlar Ronaldinho'nun genç ergenlerin hayallerini süslediği zamanlar gibi. Son yılların gözde olayını da unutmamak gerek tabi: organik gıda vs GDO'lu gıda. Örnekleri çoğaltabiliriz dilediğimizce. Hatta arkadaşlarınızla bunu bir oyun haline getirip zevkli dakikalar geçirebilirsiniz. Derdimi anlatabilecek kadar kavradığım şekliyle, Okan Bayülgen'in "popüler kültür" diyerek yerin dibine soktuğu ama içten içten beslendiği şey bu sanırım. Ben sempatizanlık ismi takmayı daha uygun gördüm kendimce. Bir kere "pati" kelimesi geçiyor içinde ve pati sevimlidir.

Benim yakın zamanlarda farkettiğim başka bir şey var ama, hakkında yazma gereksinimi duyduğum asıl olay: ANTİSEMPATİZANLIK. Bu kelimeyi, Türkçemizin tecavüz edilmiş şeklinde kendine yer bulmuştur düşüncesiyle, kullanmayı uygun buldum. Hazır uygun bulmuşken de üzerine yazı inşaa ettim.

Sempatizanlığı bir nebze anlıyorum. Reklamlar dönüyor, büyük paralar yatırılıyor, zorla seviyorsun falan da, antisempatizanlığı anlayamadım. Mevsimden dolayı en çok rastladığım saldırı klimalara karşı olan. Klimayı alıyorsun, öyle yerden yukarda, diğer eşyalardan uzağa tek başına monte ediyorsun. Kıçı başı ayrı yerde takılı oluyor(malum dışarıya da kocaman adınıbilmediğimamaböyleyazıncadahaiyiduran aparat takıyorsun). Sabitliyorsun garibimi öyle, 9 ay yüzüne bakmıyorsun, tozunu bile gönülsüzce alıyorsun. "Allah'ın belası şey mahvettin duvarları, daha yeni boyatmıştık halbüsi" bakışıyla süzüyorsun bütün kış zavallıcığı. Hee, ama yaz geliyor, koltuğa yağıştıran sıcaklar geliyor, işte o zaman kıymeti anlayıp hunharca çalıştırıyorsun 12 saat, yine de "abi olmaz, etme eyleme" demiyor sana. Peki sonra napıyorsun tüm bu cefakarlığına rağmen klimaya_? Söyleyeyim hemen. İlk misafir geldiğinde yerin dibine sokuyorsun. Okan Bayülgen'e telefonla bağlanıp, küçük adamın büyük egosuyla tokatlanan kızlara döndürüyorsun onu. Neymiş efendim; klima aslında beş para etmezmiş, suni serinlikmiş, sağlığa zararmış, gereksiz masrafmış... Daha neler var da, ben söylemek istemiyorum. Klimanın günahı ne lan! Sevdiysek suç mu!

Elbette böyle tek örnekle konuyu geçiştirmeyeceğim. Cüneyt Arkın filmlerine de değinmek istiyorum. "hacu ya, cüney arkın napyo öyle ( göte bak, küçük harfle söylüyor bi de adını adamın) dönüyo sopada 10 adam ölüyo" diyor biri kankasına, diğeri de "ahaha, öyle kanka, ben komedi filmi diye izliyorum zaten" bu diğeri ilkinden de beter, o yüzden devam ediyor anlatmaya " bak Matrix'e, Yüzüklerin Efendisi'ne(bunların adını büyük harfle söylüyorlar tabi), adamlar biliyor işi. Bizden adam olmaz". Ulan totoşlar; zamanın genç sinemasever delikanlılar "keşke bizim de şu adamların Roma filmleri gibi filmlerimiz olsa" diye iç çekerken, yine zamanın sinema yapımcıları öğle yemeklerinde 2şerli bir araya gelip, burgerking'in kampanyalı menülerinden alarak arttırdıkları paralarıyla birleşip çektiler o filmleri. Sırf bizim ergenlerimiz mahçup olmasın, Türkan Şoray filmlerindeki sahneleri canlandırcaklarına, ellerinde sopalarla hoplayıp zıplayıp kılıççılık oynayabilsinler diye yaptılar bu filmleri. Şimdi siz gelmişsiniz, hoptirilapluk dolarlık bütçesini, iPhone'da bile olmayan teknolojilerle birleştirerek aksiyon sahnelerinin yaratıldığı filmlerle, bizim dededen kalma Malkoçoğlu'larını haksız rekabete sokuyorsun. Olmadı ki şimdi.

Sempatizanlık eyvallah yine de, antisempatizan olurken önce elinizi vicdanınıza koyun bi kere. Lütfen... Okan Bayülgen olmayalım.



Yazardan not: Hayır, klimayla aramda bir münasabet geçmedi, işveren-çalışan ilişkisini hiç bozmadık. Ayrıca Okan Bayülgen antisempatizanı mı ne oldum lan acaba, severdim de adamı gerçi.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Merak Ne Güzel Şey

Bugün bir şeyi fark ettim de, ellerimiz kağıda benziyor sanırım. Hani avucumuzu açtığımızda bir sürü çizgiler falan görüyoruz ya, onu diyorum işte. Acaba elimizi sürekli açıp kapadığımız için mi oralar öyle kırışık kaldı, yoksa hep kırışıktılar da biz o sayede mi açıp kapatıyorduk ellerimizi. Bunu anlamak için yeni doğan bebek eline bakmamız gerek, kırışık var mı yok mu diye. Google'a yazsam çıkar büyük ihtimalle. Nihai sonucu öğrenmek bendeki bu merakı öldürecek ama.

Pek çok şey de böyle işte. Hatta hayat da öyle. Şimdi merak ediyoruz yer yer, lan acaba ileride ne acayip olacağım ha, diye. Ama bize gelecekteki hayatımızdan kesitler görebileceğimiz bir fırsat verseler, eminim hepimiz reddederiz. Ne anlamı kalıyor ki o zaman yaşamanın. Hayat üzerine yazıp büyük laflar postuna bürünmeye çalışan küçük düşünceler ileri sürmek değildi amacım. Hayat deyince öyle örneklendireyim dedim sadece.

Aslolan şudur ki; her şeyi bilmeye çalışmamak gerek. Nolan filmi gibi ucu açık kalsın bazı hayallerin, düşüncelerin, merakların... Siktiret, her şeyi öğrenme. Olduğu kadarıyla yaşa.

23 Nisan 2010 Cuma

İçinde en çok "çok" geçen yazı

Alice Harikalar Diyarında hikayesi var ya hani, Tim Burton falan bi daha çekti yakınlarda, o hikayeyi yazan adamın nasıl bi ruh halinde olduğunu anlayabiliyorum şu an. Küçük kapılardan geçip, çözmek zorunda kalacağı bir sürü karışıklığın içine girmeyi, orada hayvanları kendine dost edinmeyi düşünebilmek için insanın yaşadığı andan çok fena şekilde sıkılması gerekiyor.

Çok fena sıkılmak da saçma geliyor kulağa ne yalan söyleyeyim. Ergenlik hezeyanları gibi. Ergenlik de tehlikeli bir şey sanırım. Girip de çıkamama tehlikesi var. 20 yaşında adam oldum hala sıkılıyorum. Belki de sıkılmak değildir de ben tam anlamıyorumdur. Bazen olur ya içinde bi boşluk hissi. Onun gibi oluyor ama bitmiyor başlayınca. Sonra sıkılıyor işte canım ister istemez.

Genelde denemeye yakın şeyler yazmaya çalışıyordum. Deneme de denemez tabi. İnsanların günlerini vererek yazdığı yapıtlara deneme diyorsak eğer, benim 1 saat içinde çalakalem doğaçlama karalamalarıma da deneme demek küstahlık olurdu.

Küstahlık güzel konu. Mızmızlanmalarıma ara verip küstahlık üzerine paylaşım yapayım. Aslında gönül ister ki çok insan girsin bu bloga, yorumlar yapsınlar, kendi düşüncelerini de belirtsinler falan. Sonra karşılıklı forum havasında yeni şeyler düşünmemize katkıda bulunacak şeyler açığa çıksın. Neyse büyük beklentiler, içinde boğulduğumuz hayalkırıklıkları denizini daha da dalgalı, hırçın bi hale getiriyor.

Evet, küstahlıktan bahsedecektik. Sanırım milliyetçilikle ırkçılık arasında olduğu gibi, özgüvenle küstahlık arasında büyük yakınlık var. Özgüven iyidir, insanı hayatta daha sağlam adımlar atmaya teşvik eder. Ayrıca çevresindeki insaların da kendilerini güvende hissetmelerini, huzursuzluklarını unutmalarını sağlar kendine güveni olan kişiler. Sağlam karakterli bi yapım olmadığı için böyle durumların içinde çokça buluyorum kendimi. Belki de özgüven eksikliğinden değil de, şapşallığımdan kaynaklanıyordur bu. Kendi haklarımı korumaktan aciz kaldığım çok oluyor. Sağolsun birkaç arkadaşım var yanlarındayken beni çekip çevirmekten sıkılmayan, sıkılsa da sıkıla sıkıla buna devam eden. Onları seviyorum baya. Mutlu olmamı sağlıyorlar. Gerçi bazen onların yanımda kendimi çok aciz hissedebiliyorum. Durup, ne kadar salağım ya, benim yapmam gerekeni o yapıyor falan diye düşünüyorum. Ya da pis adamların pis bakışları yanımdaki arkadaşıma yönelmişken sadece günümün geri kalanını bunu düşünerek üzülecek kadar aciz ve salak oluyorum bazı bazı da.

Neyse işte, az biraz anladınız özgüveni olan insanı, özgüveni olmayan insanı. Bir de bunların dışında küstah insanlar var. Bunlar daha çok hayatta emin adımlar atmaz da, çevredekilerin adımlarına bok atar, böylece kendileri kötünün iyisi gibi olur. Aslında daha güzel de anlatabilirdim ama beceremedim işte durumu. Anlarsınız artık. Aysu sen okuyorsan anlamışsındur zaten. Bi de böyle insanlar var. Anlatmak istediğini dolandırıp dolandırıp uzatıyorsun. Sonra "lan çok saptım konudan, anlatamadım derdimi" diye düşünüyorsun. Ama karşındaki nasıl beceriyorsa anlıyor. Kendimi iyi anlatabilen biri olmadığım için benim demek istediğimi benim anlattığımdan daha iyi anlayan insaları kendime yakın tutmayı seviyorum. Zaten bi avuç oldukları için, başka işim yok buna emek veriyorum ben de. En azından çalışıyorum. Konu saptı gibi oldu ama aslında sapmadı. Ben bilerek soktum araya bunları, paragrafın başındaki kötü girişi unutturmak için. Söylediğim de iyi oldu bunları, yeni bir yazı yazmayayım başlı başına, arada söyleyeyim dedim. Döndüm konuya tamam; bu küstah insanlar çevresindekileri rahat hissettirmezler. Sürekli onları diken üzerinde tutarlar, hata yapma korkusu içinde bi halde bırakırlar. Bundandır küstahları sevmemem. Ya da kıskandığım insanları küstah olarak yaftalandırıyorumdur. Şimdi aklıma geldi bu da. Neyse umarım öyle yapmıyorumdur, yapıyorsam çok ayıp etmişim.

Pek kelimeyle, neredeyse hiçbir şey anlatamadım. İnternet günlüğü zaten bu bloglar. Ben de bu gecemi böyle anlatayım dedim işte. Aptal saptal şeylere canınızı sıkmamanız dileğiyle, yoksa insanların aklına ileride düşündüklerinde neşeli şeyler getiremeyebilirsiniz. Gerçi adınızı duymak bir insana neşeli şeyler hatırlatmıyorsa buna üzülebilirsiniz, bu o kadar saçma bi neden sayılmaz. Ben zamanında üzülmüştüm de sonra vazgeçtim. Üzülmek çok zaman alıyor. Koyverceksin. Öyle hayat hem kendine hem çevrendekilere hoş olmayan bi tat veriyor. Düşününce aklınıza üzülcek çok şey geliyorsa, düşünmeyin. Düşünmeden de yaşayabilirsiniz yani, dert değil.

23:46 oldu.
en kötü sona sahip yazım oldu, neyse sağlık olsun.

24 Ocak 2010 Pazar

Kar, ama Roman olanı değil




Sınav senesi falan diye baya boşlamak zorunda kaldık blogu. Yazmadıkça da paslanıyor insan, zaman geçtikçe daha zor geliyor yazı yazmak. 2010'a girmenin ve yıllardır hasret olduğum güzel kar yağışına kavuşmanın verdiği çoşkuyla birkaç şey karalamak istedim. Evet, bu yazının ana ateşleyicisi kar sanırım.

Kar deyince aklıma gelen ilk şey, okulların tatil olduğunu açıklayacak olan şişko valinin tv'ye çıkmasını spor haberleri başlayana kadar sonsuz bir umutla bekleyen Hugo'cu küçük Mustafa. "Eskiden İstanbul'da kar bir başkaydı azizim, insanlar yaşadıklarını hatırlıyordu" falan filan gibisinden cümleler için her ne kadar yaşlı bir ruh haline sahip olsam da, resmiyetteki yaşım bu tür ifadeler kurmamı komik gösteriyor. O yüzden ben daha ziyade karın zamanla bendeki etkisinin ne yönde değiştiğinden bahsedeceğim.

Dediğim gibi, kar eskiden mutluluğa giden yoldaki bir araçtı. Esas mutluluk okulların tatil olmasıydı. Bugün dershane, 3 saatlik uykudan sonra dinlemek zorunda kaldığım için dediklerini pek de algılamayı beceremediğim biyoloji hocasının mırıltılarının arasından, içinde bolca heyecan barındıran ve aniden ayılmamı sağlayan bir haykırış duydum: "aa, kar yağıyor!" Birden kalp atışlarım hızlandı, yüzüme "lan doğru mu cidden_?" ifadesiyle ani bir heves eşliğinde doğan bir sırıtış yayıldı. Hemen dönüp baktığım pencereden, daha uykusundan ayılamamış bir şekilde salınarak inen uyuşuk ilk kar tanelerini gördüm. Onları, kendisine gelmiş, dinç taneler takip etti. Resesif, otozom, gonozom falan koptum ben. Dışarıda gördüğüm beyaz şeyler bana hayatımda daha işe yaracakmış gibi geldi o an. Hiç yere mutlu olmuştum çünkü. İnsana, onu mutlu etmekten daha büyük yarar sağlayan başka bir şey var mıdır ki_? Mutlu oldum, kendimi daha iyi hissetmeye başladım durduk yere. Okullar zaten tatildi. Karın okul üzerinde bir etkisi olmayacaktı. Peki o zaman neden bu duyguları yaşamıştım_? Belki dünyada saflığın hala var olduğunu hatırlattığı, belki her kötülüğün üstüne bir örtü gibi serildiği ve onları gözler önünden kaldırdığı , belki de sadece yüzünde sanki bir sürü küçük parmak seni dürtüyormuş hissi verdiği için... Tam olarak bilemiyorum. Şunu farkettim ama; eskiden beni mutluluğa götüren araç görevindeki kar, şimdi bu kimliğinden sıyrılmış ve mutluğun ta kendisi halini almıştı benim için.

Bazen de yaşadığın anılar onlarca anlam yükler ve mutluluk için araçken tek başına mutluluk haline getirir pek çok şeyi. Küçük bir kahveciye, Alkım koltuklarına ya da şehirhatları vapurlarının üst katına sinmiş halde karşımıza çıkabilir bu mutluluklar. Ama daha da önemlisi bu mutlulukları yaşatan kişileri çevremizde bulundurmaya ve bu mutluluklara yenilerini eklemeye devam etmek sanırım.

Kar hala yağıyor, hala mutluyum.







Get Music Tracks! Make Your Own!