29 Şubat 2008 Cuma

Galata Kulesi ve Ben


Şubat ayının şu son saatlerinde bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Bu kararımın tek nedeni ise şu anki can sıkıntımı geçirecek tek şeyin yazmak olduğunu düşünmem.


Bir söz vardır, "korkularını yenmek için onlarla yüzleşmen gerekir" diye. Deneyimlerime dayanarak bu sözün de geçerliliği olmadığını açıklamak istiyorum. Bu sözün bir gerçek olmadığını anladığım olayı yazayım en iyisi.


Beni tanıyan pek çok insanın bildiği üzere; benim feci bir yükseklik korkum var. Örnek vermek gerekirse; okul bahçesinin 5 metre yüksekliğindeki duvara oturup ayaklarımı aşağıya sarkıtmışlığım yoktur. Korkunun boyutu anladığınıza göre olaya geçeyim.

Dün arkadaşlarımın ısrarıyla Galata Kulesine gittim. Öncesinde 10 kiloluk çantamla hayatımda çıkmadığım kadar yokuş çıktığım için, bitkinlikten yükseklik korkumun olduğunu asansörle 4. kat civarına gelince hatırladım. Artık iş işten geçmişti, mecbur çıkacaktık 9. kata kadar.

Kulenin tepesine vardığımızda, yanımdakilerden " vaov, abi manzaraya bak ya, bütün İstanbul gözüküyor" gibi tepkiler gelmeye başlamıştı, oysa benim tek düşündüğüm "acaba burdan düşsem kaç saniyede aşağıya varırım, ulan 700 sene dayanmış 20 dakika daha dayanır herhalde bu zemin, niye burda bu kadar çok alman var_?" gibisinden şeylerdi. Neyse, kulenin balkonuna çıktık( balkon tabiri ne kadar doğru bilmiyorumi belki başka bi ismi vardır). İşte o anda büyük şaşırtıyla(bilmeyen arkadaşlar için; şaşırtı, süprizin türkçesi olup kendi ekibim tarafından bulunmuştur) karşılaştım. Kuleyle korkuluklar arasında sadece 1 metre mesefa vardı. Önceleri kulenin duvarıyla bütünleşip nabzımın yükselişini takip ettim. Sonra oradakilerden biri " bi saniye geçebilir miyiz_?" deyince kaçılmaz olanın- yanı korkuluklara yaklaşıp aşağıya bakmamın- zamanının geldiğini farkettim.

Dile kolay, 67 metre... Ben korkuluklara yaklaşınca birden soğuk terler dökmek deyiminin gerçekten de varolduğunu anladım. Ben kulenin kenarına gelince sağa doğru tura başladık. Turun yarısına gelince kulenin çevresinin yürüdükçe arttığının(sonu gelmiyordu çünkü) ve çarpık kentleşmenin ne olduğunu öğrendim. Artık ileri bakıyordum, az da olsa tedirginliğim geçiyordu. 3-4 resim, birkaç " aa bak ne güzeeeel" deyişleri ve salak Alman turistten sonra turu tamamlamayı başardık. Bizimkiler manzaranın tadını çıkartırken, ben titriyordum resmen. Benim kapıya vardığımızı görür görmez hemen içeri dalmamla hayatımın en zor geçen 20 dakikası sona ermişti.

Şimdi bu geziden elde ettiğim sonuçları yazayım;
- Artık en küçük kestirmede bile rüyamda bi yerlerden düşüyorum,
- Almanlar salaktır( malların hepsi ok yönünün tersine dönüyordu),
- Turistleri baya kazıklıyoruz( 5 liralık şeyler, "for tourists 10 ytl" gibi özel fiyatlara satılıyordu),
- Kulenin tuvaletleri bile 7. katta olduğu için heryerden korku fışkırıyor,
- "Korkularını yenmek için onlarla yüzleşmelisin" diyenlere artık gönül rahatlığıyla "hassiktir lan" diyeceğim,
- Bi yere gitmeden önce nelerden korktuğumu gözden geçirmeliyim,
- Satılan maket kuleler çok dandik, hemen uçları kırılıyor. Çağrınınkini kırdım ordan biliyorum.

Aklımda kalanlar bunlar, belki daha sonra başka şeyler eklerim .

İlla korkularımı yenmek istiyorum diyorsanız, hayal hücünüze kilit vurun. Mesela kuledeyken neler olabileceğini düşünmeyin, sadece ileri bakın.

(resimde güldüğüme bakmayın, bacaklar titriyor aslında o sırada)

16 Şubat 2008 Cumartesi

26 Dakika

Yeavuz'un yorum yapmak için başlık açmam konusunda beni sıkıştırması ve All-Star başlayana kadar yapacak işim olmaması nedeniyle yeni gönderi yazıyorum. aslında bu yazı 20 dakika önce yazılmış olacaktı. ama rap üzerine yaptığım ve her zamanki gibi yine iki tarafında ikna olmadığı bir konuşma yüzünden geçikti. zaten tartışmalardaki amaç da farklı görüşlerle ifade zenginliğini zenginleştirmek değil midir.

Yazıma gelecek olursak, ilk kez kafamda bir konu belirlemeden yazıyorum. ilham perisi midir, ne boktur, onu bekliyorum. ( bu şey gerçekten var mı yoksa_? aşağıdaki yazıyı tekrar tekrar silipbaştan başlamam-düzeltmem ve bitirmem 26 dakika sürdü)



Tik-Tak tik-tak... duvarda asılı olan yeşil saatimden gelen bu ses bana bir-iki hafta önceyi hatırlattı. kuzenimde kaldığım gece yatağa yattığımda gelen tek ses buydu. tik-tak... insana sanki zamanın ne kadar hızlı geçtiğini hatırlatı. gerçi daha hayatın avucumuzda tuttuğumuz su misali nasılda akıp gittiği hakkında bir söylevde bulunmak için erken bir yaştayım, ama o tik-tak'lar bana bunu hatırlattı. LGSye geçen hafta girmiş, okula 3 gün önce başlamış, tatil ise dün bitmiş gibi geldi bana.
Birkaç tik-tak'tan sonra aklıma yeni düşünceler geldi. daha önce de söylediğim gibi, yalnız kaldığımızda düşünürüz. bunun çok kötü olduğunu ve insanın en çok sıkıldığı an olduğunu sanıyordum. fakat değilmiş. en kötüsü düşünecek bir şeylerinin olmamasıymış. hayattan bir beklentinin olmaması," ne yaptım ben şimdiye kadar, ileride neler yapacağım, yarın acaba farklı ne olacak, neden böyle böyle yaptım ki, onun yerine şunu yapsam daha iyi olurdu neden o zaman bunu düşünememişim _?" gibi sorular karşısında bi çare cevap aramakmış.
Saatime baktığımda ilk tik-tak'tan sonra 1 saat geçmiş olduğunu farkettim. kendimi farklı şeyler(oyunlar,spor,diziler) düşünerek uyumaya ikna ettim. sabah kalktığımda ise en çok şaşırdığım şey " ulan ne salak şeyleri düşünüp uykusuz kalmışım" demem oldu. fakat hava kararıp saatler yatma vaktine doğru koşarcasına yaklaştığı zaman o ses yine duyuldu; tik-tak...
yine yatmamak için bin bir türlü bahane buldum. gel gör ki yine yattım yatağa. yine aynı sorular, yine aynı sıkkınlık sardı beni. keşke hiç uyumak zorunda olmasaydık diyordum kendi kendime.
Sonra bir şeyi farkettim. bu sorulara neden cevap arıyordum ki_? zaten cevabını bilmiyor muydum_? benim sevdiğim bir söz yok muydu_? neydi o, neydi o_? heh işte bulmuştum. Carpe Diem... bunu bi arkadaşımdan alışkanlık edinmiştim, daha sonraları fazla kullanmamaktan ihtiyacım olduğu zaman aklıma gelmemişti. anlamı "anı yaşa" olan bu söz bütün soruları cevaplamıştı.
Artık o ses bir melodi gibi geliyordu.

tik-tak tik-tak...


Get Music Tracks! Make Your Own!