21 Aralık 2008 Pazar

Hep Yanlış Yazılan Yalnızlık

( Daha sonraları da üzerinde duracağım bir konu olan yanlızlık için kısa bir şeyler karalamak istedim gecenin bu saatinde ve bir çalışıp bir bozulan modemimle)

Yalnızlık nedir_?


Yalnızlık vicdan gibi birşeydir. Ne olduğunu bilemezsin, ama oradadır. Asla da yok olmaz. Kafanın içindedir çünkü. Yaptığın bir şeyin, doğru olduğu yüz kişi tarafından da söylense, insanın vicdanı onun yanlış olduğuna inanıyorsa söylenenlerin hiçbir kıymeti kalmaz. Vicdan hep kafanın içindedir ve herkesden daha etkilidir. Yalnızlık da böyledir işte. Sürekli içindedir, kafandadır. İstersen yüzlerce arkadaşın, onlarca dostun, seni seven bir sürü akraban olsun, yastığa kafanı koyduğunda kafanın içinde sadece sen olursun. Bu da yalnızlığın ta kendisidir. Kimse oraya erişemez, orayı dolduramaz.

18 Kasım 2008 Salı

Last Stand

Yaklaşık 1,5 saattir çeşitli şeyler yazdım ve sürekli sildim. En azından bunu yayınlamalıyım.

7 Kasım 2008 Cuma

Yükleniyor


Bitti...

Bu yılın ilk sınav haftası da bitti işte.
İyi, kötü sonuçlarla bitti.
Tek biten şey sınav haftasu olsaydı keşke...
Tebessümlerle, sevinç ve neşeyle geçen bi hafta daha bitti
İyi ki bitti...

Bir yenisi kapıda çünkü =)

30 Ekim 2008 Perşembe

Z =r. cis(pi/üç)

Sansürdü, sınav haftasıydı, dersane denemesiydi derken yine araya ayrılık girdi. Gerçi sınav haftası hala bitmedi. Bugünkü garip kimya sınavından sonra, yarın da heyecan dolu bir matematik sınavı var. Çalıştım gerçi ama benim matematikle mazim pek hoş değil. İnsan yine de korkuyor.


İnsan büyüdükçe sınavların da aslında o kadar önemli olmadığını fark ediyor. Belki de öğrenciliğe alıştığımdan, belki hayatta matematik sınavından 85 almaktan önemli şeyler olduğunu keşfetmemdendir bu değişim.


Aslında bu konuda söylenecek çok kelam var. Amma ve lakin bunlar herkesin farkında olduğu şeyler. Peki, neden giriş yaptım da gerisini getirmedim_? Sadece hatırlatma amacıyla söyledim. Eflatun'a göre insanlar herşeyi bilir, ama bunları unuturlarmış. Yani benim söylediklerim aslında hepsini siz de içinizde saklıyorsunuz. Ben sadece hatırlatıyorum. Bilmiyorum Eflatun'un yalancısıyım. Benim de aklıma yattı bu konu. Bazen, sadece kendinizde var olduğunu düşündüğünüz hisselere, başkalarında da tesaadüf ettiğimiz zaman bunu biraz biraz anlayabiliyorz. Belki bu yüzden yazıları okuduğunuz da " aa, aynı benim düşündüğüm gibi yazmış" diyorsunuzdur arada sırada.


Zaten denemelerde amaç insanları eğitmek ya da onları bir şeyler göstermek değildir. Sadece insanların içlerinde, sanki bir gaz kümesi gibi, tam kelimelere dökemedikleri ama derinden derine hissettikleri duyguları, biraz olsun somutlaştırmaya çalışmaktır.


Her ne kadar soyut kavramlar olsa da, matematik sınavının sonucu evde somutlaşacak veli toplantısından sonra. O yüzden uzatmadan yatmadan önce yapmam gereken işleri halledeyim.

13 Ekim 2008 Pazartesi

)=)

Hazır mutluyken bir şeyler yazayım dedim. Gerçi ne yazacağımında bilincinde değilim ya neyse. Sevincimi yansıtmak istiyorum sadece. Neden, nasıl, ne zaman böyle mutlu oldum onu da bilmiyorum. Bir anda oldu. Zaten Sabun köpüğü gibi bu da. Anında yok oluyor. Buna da bi' çare bulamadım hala. Herkes anı dondurmak ister ya, hatta fotoğraf makinalarının da kullanılış amacıdır bu. Sonra da bakıp bakıp o günleri anarlar. Ben bunun duygular için olanından istiyorum bi' tane. Mutlu anında kaydedeceksin o duyguları, sonra ihtiyacın olduğu anlarda çıkarıp, onu kullansan ya da en azından geçici süreliğine de olsa sıkıntılarını, hüzünlerini bastırsa. Ne güzel olurdu di mi_? İnsanlar yanlış icatların peşinde. Zaman makinası, ışınlanma, uzayda yaşamı sağlayacak projeler falan... Hiçbiri bu bahsettiğim alet kadar cazip gelmiyor bana.


Fotoğraflarda insanlar hep güler alışılageldiği gibi. Asla neler hissettiklerini bilemeyiz, anlayamayız.
....

Bu yazının gidişatı çok farklıydı. Fakat şu an o sevinçten zerre kalmadı içimden. O yüzden aynı şekilde devam ettiremeyeceğim yazıyı. Yarım saatte nasıl da çabuk değişiyor ruh halim. İnsanların benim üzerinde çok büyük etkisi var. Düşüncelerime değil ama duygularıma çok kolay yön verebiliyorlar. Rüzgadaki bir yaprak gibiyim. Ağacımdan kopalı çok olmuş. Nerden eserse rüzgar o tarafa gidiyorum. Şimdi "ulan yarından sonra çok farklı olcam!" diyorum. Ama sabah kalktığımda da aynı kararlılığı sürdürebilir miyim hiç bilmiyorum. Umarım sürdürürüm.

İşte size her gece yatarken huzursuzluğumu geçirtirmeyi sağlayan cümleyi söyleyeyim:

Yarın güzel bir gün olacak....

9 Ekim 2008 Perşembe

Küçüktüm Ufacıktım, Top Oynar Acıkırdım

Okulda eğitsel kolları(kulüpleri) seçtik bu hafta. Geçen rehberlik dersinde olmadığın için beni rastgele bir kola yerleştirmişler, ben de 2 kulüp seçince toplamda 3 kulübüm oldu. Ama anlatmak istediğim bunlar değil tabi. Konuya gireyim yavaştan. Doğaçlama Tiyatro diye bir kulübe girdim ben. Bu sene arkadaşlarım kurmuş, ben de girme mecburiyetinde hissettim kendimi.

Sınıfa girdim. Yaklaşık 45 kişi falan vardı sanırım. Pek umursamadım çevredeki bağrış çağrışı. Sonra bizimkiler gelenlere formlar verdi. "En sevdiğiniz özellik, en sevdiğiniz özelliğiniz, 3 kelimede kendinizi tantın vb..." sorular vardı üzerinde. Hem gelenlerin çoğundan üst dönem olmamın hem de, tanıdığım fazla kişinin olmasının verdiği rahatlıkla, zil çalana kadar doldurulmuş formları okumaya başladım. Orda çok hoşuma giden bi şeye tesadüf ettim. "Sevdiğiniz kişilikler" sorusuna, "Kişiliği olan herkesi severim." demiş, sonra da "Çünkü bu da gerçekleştirilmesi çok zor bir şeydir" gibisinden bir şeyler söyleyerek açıklamış. Herhalde size aynı tesirde bulunmamıştır, ama o zaman benim çok hoşuma gitti. Gerçekten de kişilik sahibi olabilmek ne kadar büyük bir ayrıcalık.

Düşündüm kişiliği oturmuş, tanıdığım biri var mı diye. Aklıma doğru dürüst kimse gelmedi. Herkes daha çok çocuk, her ne kadar bunu inkar etseler de. Çocukluk tabi ki çizgifilm izleyip, saçma hareketler yapıp, anlamsız şeylerle eğlenmek değil. Hatta bazen bu davranışları sergileyenler pek çok kişiden daha olgun olabiliyorlar. Mesele kendini kabul etmemek. Açayım biraz isterseniz. Hatta yeni bir paragrafta ele alayım bu konuyu.

Benim yaşlarda iseniz herhalde kişiliğinizi oturtma evresinizdesiniz. Çok karmaşık bir yol bu, herkesin ilerlemesi gereken(master yoda =) Genelde topluluk içinde yaşadığımız için karşılıklı etkileşim had safhada oluyor. Buna bağlı olarak da bazı değerler yaratılıyor ister istemez. Toplumda kabul görmenin ve benimsenmenin bu değerlere yaklaşak gerçekleşeceği inancı da peydahlanıyor buna bağlı olarak. İşte dananın kuyruğu burada kopuyor. Ulaşılmak istenen ülküler bir olunca, buna ulaşmak için kullanılan yollar da birbirinin aynısı gibi oluyor. Aynı görünen, aynı düşünen, aynı anlamsız şeylere önem veren bir güruh meydana çıkıyor. Genelde birbirlerinin pek benzeri olan bu şahısların kişilikleri hakkında da bir şüphe doğuyor içimde ister istemez. Karakterleri yerine özenme eğilimleri artıyor ve gelişiyor. Şimdi bu insanların belli bir kişiliğe sahip olduğunu söylemek biraz güç geliyor bana. Aslında biraz yumuşatarak şöyle de söyleyebilirim; kendine has, onu başkalarından ayıran özellikleri pek az oluyor.

Yukarıda çocuklukla ilgili bir kaç kelam etmiştim. Onları da açıklayayım da havada kalmasın. Benzer amaçlara ulaşmayı ve yücelttikleri anlamlı/anlamsız şeylere sahip olma isteği kişide bir değişim havası yaratıyor. O da anlıyor artık eskisinden farklı olduğunu, birşeylerin değiştiğini. Eski o değil artık, büyüdü, kocaman oldu. Artık değer vermesi gereken şeyler farklılaştı, gelişti(en azından kendisini buna ikna ediyor).Bunun içinde hemen hemen her alanda görülen, dünyanın en eski propagandasını uygulamaya başlıyor: eskiyi kötülemek. 15-16-17-18 yaşlarındaki biri için eskiye baktığında çocukluğu görüyor. Yeni düzene geçilmek için eskisinin terk edilmesi gerekliliğini hissediyor tüm benliğinde ve çocukluğunu geride bırakmak için bunun tüm izlerini davranışlarından kazıyor. Yapmak istediklerini dizginliyor, hoşlandıklarını bırakmak için iradesini zorluyor. Tüm bu çabayı kolaylaştırmak için de, eskiyi(çocukluğu) kötülüyor, daha da vahimi bu davranışları küçümsüyor, yapan kişileri hakir görüyor.

Küçükken yaptığı davranışları büyüyünce de devam ettiren kişiler bu anlattıklarım yüzünden daha olgun olabiliyor kimi zaman. Çünkü biraz evvel bahsettiğim safhalardan geçmiş ve başarıyla atlatmış, çocukluğun iyi ve cazip yönlerinin varlığını tekrar fark etmiş, bu yüzden de bu davranışları sergilemekten çekinmiyor. İlk insan tipine göre bu kişilerin bazısı daha olgun olabiliyor. Çünkü asıl çocukluk, neyi neden yapmak istediğini bilmeden bunun için kendini zorlamaktır. Çocukluk davranışlarla belli olmaz, düşünce yapısıyla belli eder kendisini.


Bir de bu safhaları doğrudan atlayan kişiler var. Genelde bu tür anlamsız yarışlardan ve çabalardan uzak kalmayı başarabilmiş, kendi doğrularını yaratmayı başarabilmiş kişiler bunlar. Özenerek bakarım bunu başarabilmiş kişilere genelde. Fakat bu tutumun da bazı sakıncaları olabiliyor. Topluluklara pek girmezler ve insanların içinde bulunduğu çekişmeleri görüp onlardan soğurlar. Bu da yalnızlık hissi yaratabilir tabi.

Sanırım en doğrusu ilk olarak anlattığım safhayı çabuk atlamak, bunun içinde boğulup kalmadan, kıyısından geçebilmeyi başarmak.

Not:Şimdi bu kadar anlattıktan sonra, her kişilik sahibi insan makbuldür anlamı da çıkmasın.

hmm... yummy!

Okula gitmeden önce grip ilacı aldım. İlacın yan etkisi, uyku getiriyor olmasıymış. Bunu da eve gelince öğrendim. Tüm gün okulda gözlerimi açamadım neredeyse. Göz kapaklarımın, yer çekimiyle yaptığı savaşı zaman zaman kaybetse de eve kadar dayanabildim. 4 saatlik kesintisiz bir uykudan sonra kendime geldim gibi. Bundan sonra uyumayı kendime yeni bir hobi olarak görmeye başladım. Yapacak daha iyi birşeyim yoksa uyuyacağım.

Evet, fark ettim. Kısa ve net bir yazı oldu. Bu akşam veya yarın akşam, güzel konulara değineceğim =)

----------------
Now playing: Pink Floyd - High Hopes
via FoxyTunes

4 Ekim 2008 Cumartesi

Geçin Oturun Şöyle

Uzun bi aradan sonra tekrar blog'uma girmeye karar verdim. Bu uzun süreye neden olan bir kaç neden vardı. Biri internetimde yaşadığım problem, diğeri ise kendimde yazacak gücü bulamamamdı. Elbette bir şey yazabilirdim isteseydim. Ama yazdığım 30 küsür yazıdan sonra bunların artık yeterli olmadığını farkettim. Yazdıklarım şimdi bana çok bait geliyor. Düşündüklerimi aktarmanın çok uzağından geçiyor. Yazıldıkları dönem için aslında tam beni anlatmış ama artık bundan fazlasını anlatmalılar. Olandan daha falzasını, görünenden öteyi anlatmalılar. Bu yüzden uslubumu ilerletmeye çalışacağım elimden geldiğince. İlk denemelerimde başarılı olacağımı sanmıyorum. Fakat denedikçe daha iyi olacağını düşünüyorum. Birkaç tane de okuyucu olursa eleştirilerle beraber daha güzel oturur bunlar. Umarım ileride bu blog, okuduğumda kendim hakkında birşeyler hatırlayabileceğim bir günlük olarak kalır.

Comfortably Numb

there is no pain, you are receding.
a distant ship's smoke on the horizon.
you are only coming through in waves.
your lips move but i can't hear what you're sayin'.
when i was a child i caught a fleeting glimpse,
out of the corner of my eye.
i turned to look but it was gone.
i cannot put my finger on it now.
the child is grown, the dream is gone.
i have become comfortably numb.

10 Temmuz 2008 Perşembe

Think Big


Nasıl insanlarız biz_?


Cevabını aradığı soru bu işte. Bir kaç dakikalığına benliğinizden ayrılıp, kendinize ve çevrenize uzak bir noktadan baktığınızı düşünün. Evet, ne görüyorsunuz_? Ben düşüncesiz, bencil ve başkalarını eleştiren insanlar görüyorum.


Bu insanlar neler yapıyor, onu da söyleyeyim. Kimisi bir başkasıyla yarış halinde, kimisi çıkarları doğrultusunda herşeyi yapmaya hazır, bazıları ise diğer insanlara burun kıvırarak ahkam kesiyor.


Kişisel hırsları bir nebze olsun anlayabiliyorum ve zor da olsa onlara hak verebiliyorum. Benim anlamadığım kişiler, kendi doğrularını başkalarına kabul ettirmeye çalışan ve kendi doğrularının dışındakileri eleştirenler.


Bir elimizdeki parmaklar bile aynı değilken, nasıl olur da tüm insanların aynı olmasını beklerler aklım ermiyor. Ne yani, senin yaptıklarının dışına çıkan insanlar neden haksız olsun, farklı görüş savunmak ne zamandan beri suç, peki eleştirme hakkını nerden aldın_? Yanıtları zor sorular bunlar. Kendi geçmişimize ve yaptıklarımızı göz önüne almadan başkalarının hareketlerinden rahatsız olmak hep ilginç gelmiştir bana.


Benim bildiğim birini eleştirmek için, eleştirdiğin konuda ondan üstün olmalısın. Mesela, beni futbol oynarken eleştirebilirsiniz, müzik zevkimi eleştirebilirsiniz, fiziksel özelliklerimi de eleştirebilirsiniz. Eleştiremeyeceğiniz şey ise kararlarım ve bunlar doğrultusunda hayatıma yön vermem. Bunları eleştirdiğiniz an, kişiliğimi de eleştirmiş olursunuz ki hiç kimsenin bu konuda başkasından üstün olduğunu sanmıyorum.


Bu eleştirinin bir de öneri boyutu var tabi. Yapmadığınız şeyleri neden bir başkasına önerirsiniz_? Sahip olmadığınız bir erdemi başkasında aramak veya ona bunun için baskı yapmak, sigara içen doktorun, hastasına sigara içmemesini tavsiye etmesinden daha makul değildir. Sizde olmayan fakat karşınızdakinde aradığınız özellikleri, baskıyla ve eleştirerek kabul ettirebileceğinizi zannetmiyorsunuzdur umarım.


Derler ya, dünya senin etrafında dönmüyor, diye, aslında bu yoruma katılamayacağım. Kısmen öyle çünkü. Dünya bizim etrafımızda dönüyor ama herkesin kendince inşa ettiği bir dünyası var. Hepsinin temel özellikleri aynı olabilir ama kimisinin iklimi serttir, kimisinin yerşekilleri farklıdır. Demek istediğim kimseninki aynı değil ama herkes kendisininkinin "gerçek" olduğunu iddia ediyor ve diğerlerininkileri değiştirmeye çalışıyor. Aynı dünyalardan oluşan, sıkıcı bir evrendense, farklı tipte dünyalara sahip ama bunları uyum içinde sergileyebilen zengin bir evreni tercih ederim.


Bu dünya benzetmesi umarım sıkmamış ve anlatmak istedikleri aktarmamda yardımcı olabilmiştir.


Son olarak söylemem gereken bir şey varsa, o da, insanları eleştirmeden önce empati kurmanız ve hoşgörü erdeminden sonuna kadar yararlanmanız olabilir.

16 Haziran 2008 Pazartesi

Yani_?

Hepimizin çevresinde yaşanan bir olaydan söz etmek istiyorum. Bildiğiniz gibi insanların, birbirlerinden ayırılmasını sağlayan davranışları ve kişilikleri vardır. Bunlar kişiden kişiye farkılılık gösterir. Kimisi çok ciddi, kimisi çok saldırgan, kimisi de çok alıngandır falan filan. Benim hakkında yazı yazacağım insan tipi ise; neşeli ve iyi niyetli insanlar. Hayır, bu grupta olduğumu falan ima etmeye çalışmıyorum. Sadece anlatacağım konuyu en bariz olarak bu örnekte gözlemleyebiliriz.


Gelelim asıl meseleye. Bir davranışınız veya bir olay karşısındaki tepkiniz, sizin önceki tutumunuz ve genel olarak gösterdiğiniz tavıra bakılarak yorumlanır. Ne demek istediğimi açayım en iyisi. Aynı haraket veya tepki iki farklı insandan geliyorsa bunların değerlendirilmesinde büyük farklılıklar gözlenebilir. Eğer bu tepkiyi aksi ve geçimsiz biri veriyorsa, onun huyu bu zaten, denir geçilir ama uyumlu ve genel olarak davranışlarıyla insanları kırmamaya gayret eden birinden gelirse aynı tepki, o kişi ayıplanır ve insanlar gücenir. Hatta ona karşı tavır alırlar. Bunun nedeni daha önce ondan bu tarz bir çıkışa rastlamamalarıdır.


Bahsettiğim durumda artık genel tutumunuzdan dolayı, yaptığınız iyiliklerin göreviniz olma aşamasına gelir. Yaptığınız iyilikler ve yardımlar artık sizden beklenen birer zorunluluk olarak benimseni ve bunları yapmayı bıraktığınız zamanlarda gözden düşersiniz. Gözden düşme deyimini, burada popülerliğin azalması anlamında kullanmadım. İnsanların sizden soğuması ve eskisi kadar yakın olmamaları anlamında kullandım. Sanki bir suç işlemiş durumuna düşersiniz ve yapmadığınız bir görevden(!) dolayı size kırılırlar.


İşin özü ne, doğrusu ben de bilmiyorum. Kötü insan olmak mı, yoksa iyi olup ezilmek mi karar kılamadım. İkisinin ortası diye de bir seçenek yok maalesef.


Siz, siz olun başkasına yapmadığınız şeyleri, karşınızdakinden beklemeyin.

13 Haziran 2008 Cuma

10-B

Birazdan karnemi almak için okula gideceğim ve sınıfımı son kez bir arada göreceğim. Son olarak aldığımız bilgilere göre seneye sınıflar yine karışacakmış ve muhtemelen bu seneki sınıfımı bir daha topluca göremeyeceğim. Değişik duygular içindeyim. Bir yandan sınıfın bozulmasının verdiği burukluk bir yandan de seneye oluşacak sınıfımın heyecanı var içimde. Belki daha iyi, belki daha kötü bir sınıfa düşeceğim ama yine de değişim insanda garip bir heyecan oluşturuyor. Değişim her zaman kötü veya iyi olmak zorunda değildir, bazen değişim sadece değişimdir. Belki herkes için daha iyi olur. Bunu zaman gösterecek.

Sınıfımla son kez beraber olmak için gidiyorum şimdi.

12 Haziran 2008 Perşembe

İki Resim Arasındaki Fark

Küçük bir tiyo vermek istiyorum. Arkadaşlarınız hakkında daha iyi fikir sahibi olabilirsiniz belki. Bunu tek bir soruyla anlıyoruz. Bu soruyu bir arkadaşınıza ve bir dostunuza sorduğunuzda farklı cevaplar alacaksınız.


Sorumuz; "bir şey istesem yapar mısın, bir konuda yardımına ihtiyacım var" gibisinden önermeler. Bunu bir arkadaşınıza sorduğunuzda, alacağınız muhtemel cevap "ne olduğuna bağlı" olacaktır. Eğer bu soruyu bir dostunuza sorarsanız alacağınız cevap ; "tabi ki, ne istiyorsun_?" benzeri bir şey olacaktır.


Evet, yazım bu kadar kısa.

Magic Words


Kullanmayı pek sevmediğimiz kelime kalıpları var. Nedendir bilinmez ama bu kelimeleri kullanmak insanların aklına gelmez veya pek umursanmadığı için gözardı edilir. Bu kelimeler; teşekkür ederim ve özür dilerim.


Bildiğiniz gibi çok bilinen ve basit kelimeler bunlar. Bu kadar basit oldukları halde etkileri gözle görülür bir biçimde söylenen kişide olumlu bir etki yaratır. Kendimce bazı fikirler yürüttüm bu kelimeleri neden kullanmadığımız hakkında.


"Özür dilerim" i ele alalım önce. Sanırım bunun kullanılmama nedeni hakkında fazla zorlanmadan bir kanıya varabiliriz. İnsanlar hatalarını kabul etmeyi sevmez ya da hatayı başkalarının üstüne atarak suçluluktan sıyırır kendisini. Başkalarının kendilerinden üstün olduğunu kabullenemez ve bunu inkar eder kendi içinde. Bu yüzden özür dilemek zor gelir. Kişiler bilmiyorlar ki özür dileyerek kendisini karşısındakinin gözünde daha saygın bir duruma seviyeye çıkartır.


Gelelim diğer kelime takımımıza; teşekkür ederim. Teşekkür etmek de belleklerimizde pek yer etmeyen bir kelime. Bunun hakkında da biraz fikir yürüttüm. Sanırım kimse yardıma ihtiyacı olduğunu itiraf etmeyi sevmiyor. Yapılan iyilik karşısında takındığımız tavır çoğu zaman iyikte bulunanı tatmin etmez. Halbuki sadece "teşekkür ederim" diyerek karşımızdakine, minnettarlığımızı ifade edebiliriz.


Bu kelimeleri ben de unutuyorum bazen. Sonra aklıma geliyor kimi zaman da. Hayatımızı kolaylaştıracak ve daha tahamül edilebilir kılacak bu kelimeleri kullanalım. Bu yazıyı okuyunca aklınıza, en son kimden özür dilemeniz veya teşekkür etmeniz gerektiğini geçirin ve ilk fırsatta bunu yapın.

20 Mayıs 2008 Salı

Efendime Söyliim

İki günde, iki yazıyla kendimi aşıyorum.


Uzun bi aradan sonra (23 saat kadar) tekrar bir şeyler yazma dürtüsü doğdu içimde. Kafamı karıştıran, uzun, kavramlar üzerinde sörf yapan, melankonik bir yazı yazma niyetinde değilim. Zaten istesem de beceremem, çok yorgunum. Yorgunluğumun sebebi; her şeyi son ana bırakma alışkanlığım ve uyku saatlerimi ayarlayamamam.


NTV'de salak bir yarışmamsı bir şey izliyorum. Orada geçen bi cümle aklıma takıldı, ama bundan önce programın içeriğinden bahsedeyim. Dört tane zeki(?) ve okumuş abimizin ve ablamızın oluşturduğu bir jüriye, yarışmacılar, 5 dakika içinde bilimsel(??) projelerini anlatıyor ve ben "zekiyim huleyn" diye çırpınıyorlar. Neys sanırım biraz açıklayabildim olayı. Şimdi de beni, bu satırları yazmaya gark eden(hoşuma giden bi deyim) cümleyi paylaşayım. Yarışmacılardan biri, sunumunu yaparken "efendime söyliiiiim" diye bir tamlama kullandı. Bizim okumuş ve zeki(???) abimizin biri de; " haha (küstah bi şekilde), 'efendime söyleyim' i eğitimsiz kişiler kullanır" diye ahkam kesti.



Beni düşündüren de bu oldu işte. İnsanları ezmek, aşağılamak, küçümsemek bu kadar kolay mı ya_!? Hem de Tvde. Bu kadar mı yüzeyselsiniz, bu kadar mı egonuza yenik düşmüş durumdasınız, bu kadar mı düşüncesizsiniz_? Bu olay, bana en büyük eksikliğimiz olan şeyi hatırlattı; hoşgörü... Empati de güzel bi kelime bu durum için ama Türkçe'yi koruduğumuzdan tercih etmema dikkat ettim.


Bütün sorunlar ve karmaşa zaten bu yüzden ortaya çıkmıyor mu_? Bencilliklerimizin esiri olduğumuzda, başkalarını düşünmediğimizde, dünyanın kendi popomuzda döndüğünü düşünmeye başladığımzda meydana gelmiyor mu tüm sorunlar. Kimseden büyük fedakarlıklar beklemiyorum. Sadece bi eylemi gerçekleştirmeden önce kendilerini karşısındakinin yerine koysunlar ve biraz düşünsünler. Ama nerde.... Dünya popomuzda dönüyor ya, herşeyi biz biliyor, en iyisi biz yapıyoruz ya, o yüzden gerek yok düşünerek hareket etmeye(ulan hareket dedim de, fizik sınavında hareket var mı acaba_?).


Bunları yazdım çünkü, çok rastlıyorum bu tarz şeylere. Bazen aynı durumda ben de kalıyorum. Düşüncesizce ettiğim bi laf, ya da yaptığım bi hareket, geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurabiliyor. En kötüsü de bazen yaptıklarınızın hata olmadığı yanılgısına düşmemiz. Bu yüzden lüften sadece kendinizi düşünmeyin, biraz duyarlı biraz hoşgörülü biraz da güler yüzlü(bunun konuyla alakası yok ama siz yine de gayret edin =)) olun daima. Yazımı da çok değerli bi insandan yaptığım alıntıyla sonlandırayım;

Efendime söyliiim sizi de sözliiim

Kucak dolusu elma şekerleri ...

19 Mayıs 2008 Pazartesi

01:18

Trigonometri çalışmaktan mıdır, gecenin bi saati n'apıcağımı bilemememden midir, yoksa "yeni göneri" yazısının çekiciliğinden midir, bilinmez ama bir yazı yazayım bloguma dedim. Her zamanki gibi yine boş kelamlar etmek için oturdum klavyenin başına. Bakalım hediye torbasından ne çıkacak bu gece.

Hepinizin bildiği gibi, zaman çok çabuk geçiyor, hatta göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. Bu aralar herkesin ağzında aynı geyik; " abi ya, daha dün gibi aklımda okulun ilk günü, ne ara bitti ". Evet, ben de çok sıkıldım bunlardan. Her sene aynı şey hala alışamadın mı kardeşim_?

Aslında bunların hepsi yalan. Zaman çabuk falan geçmiyor. Sadece boş geçiyor. Sen bütün sene hiç bi etkinliğe katılma, sınıfça hiçbir şey yapma, eve gel boş boş otur bilgisayarın başında, bir gününü diğerinden farklı yaşama, sonra neymiş " zaman çabuk geçiyor, daha dün gibi aklımda ilk gün". Herhalde ilk gün gibi aklında olur. İlk günden sonra farklı hiçbir şey yapmazsan, aklında sadece ilk günün kalması normal.

Demek istediğime gelirsek; zamanın geçiş hızını biz ayarlıyoruz. Aklıma güzel bi benzetme gelmesini bekliyorum ama Celtics-Cavs maçı var, o yüzden pek düşünemiyorum, aklım oraya kayıyor(LeBron'un smaç da baya güzeldi). Siz buraya uygun bir şeyler koyarsınız. Neyse, konu yine dağıldı. Ne demiştik, zaman çabuk geçmiyor. Biz onun içini boşaltarak hızlı geçmesini sağlıyoruz(bu güzel oldu). Eğer, geriye dönüp baktığımızda, gözümüzün önüne, bir sürü güzel anı ve çeşitli olaylar(sanırım ikisi de aynı şey oluyor) seriliyorsa zamanın hızlı geçtiğini farketmeyiz.

Haddimi aşıyor muyum bilmem ama bir tavsiyede bulunmak isterim. Zamanın çabuk geçmesini istemiyorsanız, her gününüzün aynı geçmesini engellemeye çalışın. Mesela bu yazıyı okuduktan sonra bilgisayarın başından kalkın ve puzzle yapın(yapın da sinirleriniz bozulsun xD) ya da arkadaşlarınızı arayıp bi buluşma ayarlayın veya beni arayıp halimi hatrımı sorun, herhangi bir şey yapın bu anı farklı kılacak.

Uykum var, sınavım var, dönem ödevim var. Bakın bu kadar işin arasında sırf siz sevgili okurlarım için hayat dersleri veriyorum.

27 Nisan 2008 Pazar


Oh be... Sınavlar bitti, dersler yok. Ne güzelmiş ya okul böyle olunca. Zamanımı nasıl harcayacağımı şaşırdım. Aslında yapacak ne kadar çok şeyim olduğunu anladım, bu 2 haftalık sınavlardan sonra. Hani derler ya " Bir şeyi kaybetmeyince değerini anlamazsın " diye, aynen öyle oldu. En sevdiğim şeyimi kaybetmişim de haberim yokmuş; boş vakitlerimi....

Normalde olsa ne yapacağıma karar veremez, bilgisayarı açar salak salak monitöre bakardım ya da TV'yi açıp bilmem ne dizisinin bilmem kaçıncı tekrarını izlerdim(her hafta family guy'ı 3 kere izliyorum). Ama dün farklıydı. Eve geldim, çat çat çat, bi baktım saat 12 olmuş. Bu "çat çat çat"ı açmak gerekirse; kitap okudum(son bi iki aydır sadece otobüste okuyordum, evde okumak da güzelmiş), evde yığılmış duran animelere başladım, yeni albümler dinledim, hatta bi ara gaza gelip gitar çalmayı bile denedim (ama sonuç hüsrandı).

Hemen bunları bi yere bağlayayım da havada kalmasın konu. Boş vakitlerimizi değerlendirmiyoruz, harcıyoruz. Üşeniyoruz yapmayı istediğimiz şeyler için harekete geçmeye. En basidinden; kitap okumak mesela, yapılması çok kolay ama başlamayı geciktirdiğim için hep erteleniyor. Bu sadece bir örnekti. Hayatımızda diğer olaylar için de bu geçerli.

Üşengeçliğin yerini tereddüt alıyor bazen. Bunun çözümü de çok kolay. Harekete geçmek. İlk önce "acaba" kelimesini az kullanmaya, mümkünse hiç kullanmamaya çalışın. Düşünmeyin, sadece yapın. Aklımıza ilk gelen tercih çoğu zaman doğru olandır.

Farkındayım burada yazdıklarımın okuyanlar için hiç bir öneminin olmadığının. Olsun ama, blogu açma sebebim de zaten kendi kendime konuştuklarıma başkalarını da ortak etmekti. Belki aradan biri çıkar da " aa dur lan belki de doğru söylüyordu" der, ben de sevinirim.

Neyse, söyleyeceklerim bu kadardı. Buradan, iki bölüm birden yayımladıkları için "Avatar: the Last Airbender" ekibini ve bu saatte konuyu nerden nereye bağlayabilmemden dolayı kendimi tebrik ederim.

10 Nisan 2008 Perşembe

Nerde Kalmıştık_?

Son yazıma baktım da, ne kadar mutluymuşum. Aradan geçen 20 gün haliyle biraz değişiklikler bıraktı bende. Kafam karıştı. Evet seygili durak, kafam karıştı. Maruz kaldığım muameleler ve öğrendiğim şeyler, düşünmem gereken bir yığın şey oluşturdu kafamda. Nereden başlayacağımı da bilmiyorum. Başlayınca da işin içinden çıkamıyorum. Anlayacağın eskisi kadar mutlu değilim.

Ne kadar kolaymış öğüt vermek. "Mutlu ol, Carpe Diem, zart-zurt" demekle olmuyormuş bu işler. Gerçekten de aptal-saptal şeyler insanın canını sıkabiliyormuş. Ee, tabi bi de bendeki olayları kurgulama kabiliyetiyle de (evet, bazıları paranoya da diyor) birleşince, RAP dinletilmiş maymuna dönüyor insan. Harekete geçmek yerine, çevresindeki olanları anlamaya çalışıyor.

Bi de bunlar yetmezmiş gibi bu havada hasta oldum, durak. Şu an sürünüyorum resmen. Burnumu çekmekten yazı yazamıyorum, düşündüklerimi bile duyamıyorum. He, bu arada söylemeden geçmeyeyim; kendi çapımda "çevremi güzelleştirme" girişimlerinde bulunuyırum. Henüz kimse bunun farkında değil(tabi bu satırları okurlarken farkında olacaklar). Bi sonuca ulaşırsa devam edeceğim girişimlerime.

Ben şimdi yazımı bitireyim, biraz zaman geçsin tekrar gelirim yeni düşüncelerimle sana. Jethro Tull dinleyip kafamı dağtıyorum. Web-cam de buldum evde, biraz maymunluk yapayım da eğleneyim. Blog okurlarım için yenilikler getireceğim. Bunu da söylemeden geçmeyeyim. Bundan sonra daha sık yazacağım ve yapabilirsem güzel şeyler ekleyeceğim sayfaya.

21 Mart 2008 Cuma

Kanatlarım yok ama uçabilirim


Düşünmeden yazıyorum. Okunma, beğenilme, ilgi çekme beklentisi olmadan... Okunmaması için yazıyorum belki de. Duygularımı, düşünme filtresinden geçirmeden aktarıyorum. Bir nevi, günlük yazıyorum.


Bir endişe ortaya çıkmıştı. Herşeyin iyi ve istediğim gibi olmasından kaynaklanıyordu. Doğal bir denge vardı; hiç bir zaman herşey yolunda olamaz. Neyse ki bu durumun geçici olduğunu, kötü geçen matematik sınavımla anladım. Akabinde birkaç istenmedik olay daha yaşayacağım ve tekrar düzene girmiş olacak herşey. Zaten üzülmezsek, mutluluğun kıymeti anlaşılır mı_?


Evet, sevgili durak biraz günlük niyetine kullanacağım seni. Kafamda bazı çıkarımlar ve onların birkaç misli de soru oluştu.


Öncelikle kendime kendime aldığım kararları uygulamaya çalıştım son bir iki haftada. Bazıları gerçekten çok zormuş. Konuştuğun kişilere, onlar hakkındaki gerçek duygu ve düşüncelerini söylemek yerine, karşılaşmak istedikleri yalancı kişinin maskesi takmak beni epey yoruyor ama korkarım ki devam etmek zorundayım. Bir de hoşgörü meselesi var tabi. İnsanların düşüncelerine saygı göstermem ve onları anlamam gerektiği kanısına vardım. Çoğu zaman yararı oluyor bana ama bu da gerçekten zor bir davranış.


Dedim ya son haftalarda herşey istediğim gibi oldu diye, buna bir de insan ilişkilerini katmam gerek. Birden insanlarla yakınlaşmaya, daha samimi olmaya başladım. Yeni kişilerle ve aslında tanımadığımı anladıklarımla tanıştım, kaynaştım. Tanıdığımı sandığım insanlarla konuştum, paylaştım. Konuştukça anlaştım, anlaştıkça yakınlaştım ve maskemi sıyırmaya başladım.


Bunlar yaptığım çıkarımlardı ve göreceğin gibi kafama takılan sorular yanında çok önemsiz kalacaklar. Mesela kafamı sürekli meşgul eden şeylerden biri olan mutluluk hakkında bir şeyler anlatayım.


Anlamıyorum, neden kimse mutlu olduğu gerçeğini kabul etmiyor. "Hayır, ben mutlu değilim. Başıma hep kötü şeyler geliyor, hayatta istediğim hiçbir şey istedğim gibi olmıyor, kimse beni anlamıyor" klasik salak insan sözleri... Hayır sen mutlusun. Hatta o kadar mutlusun ki bunun farkına varamıyorsun, ta ki elinden alınana kadar. Düşünsene bir, dünyadaki kaç insan senin yerinde olabilmek ister ve bu istek için ne kadar çalışmaları gerekir. Oysa sen doğuştan bu özelliklere ve ayrıcalıklara sahipsindir. "Ama ben farklıyım herkes gibi değilim", hayır, o kadar çok herkes gibi herkessin ki bundan kurtulma çabalarına giriyorsun. Neden bazı şeyleri oluruna bırakmıyorsunuz, zamanın akıp gitmekten başka özellikleri de var, düzeltmek gibi. Küçük şeylerle mutlu olamamakla kalmıyoruz, büyük olaylardan bile mutsuzluklar çıkartabiliyoruz.


Bazıları da hemen yanlarında duran mutluluğa uzanmak yerine, aynadan onun silik bi yansımasını izleyeme dalıyor. Bu kişiler neden mutlu olacakları günü bekleyerek, onun kendisine geleceğini umarak, mutluluğa arkalarını dönerler_?

Ah... o kadar nankörüz ki...


Bunlar sadece mutluluk hakkında kafama takılanlar. Dahası da var;

Neden hiçbir şeyin yolunda olmadığına, herşeyin kötüye gittiğine kendimizi bu kadar inandırıyoruz_?

Neden ileriyi düşünerek anı mahvediyoruz_?

Neden ufak şeyleri büyütüp kendimize yoktan yere dertler üretiyoruz_?

Neden gülünecek halimize ağlıyoruz_?

Neden kendimizi diğerlerinden üstün, dertlerimizi çözülmez görüyoruz_?


Bunlar aklımdaki bazı sorular. Asıl önemli olan ise insanlar arasındaki ilginç yaşantılar. Sürekli birbirimize yaranmak, karşısındaki mutlu etmek ya da iyi gözükmek gibi amaçlar güdüyoruz. Neden kim olduğumuz gibi değil de olmamız gerekenmiş gibi davranıyoruz. Bunun temelinde anlayış eksikliğimiz yatıyor. Sadece kendimiz gibi olanları yanımızda tutarken bize asıl yarar sağlayacak olan farklı düşünceleri kendimizden uzaklaştırıyoruz.

Neden hayata bir başkasının gözünden de bakmayı istemeyecek kadar benciliz_?

Neden durak, neden bunları yapıyoruz_?

Daha da önemlisi neden kendimizi düzeltmek istemiyoruz_?


Trende gelirken aklımı kurcalayan şeyleri seninle paylaştıkça daha iyi düşünebilmeye başladım.

Ne güzelmiş düşünmeden, tasarlamadan, içinden geldiği gibi yazmak....

29 Şubat 2008 Cuma

Galata Kulesi ve Ben


Şubat ayının şu son saatlerinde bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Bu kararımın tek nedeni ise şu anki can sıkıntımı geçirecek tek şeyin yazmak olduğunu düşünmem.


Bir söz vardır, "korkularını yenmek için onlarla yüzleşmen gerekir" diye. Deneyimlerime dayanarak bu sözün de geçerliliği olmadığını açıklamak istiyorum. Bu sözün bir gerçek olmadığını anladığım olayı yazayım en iyisi.


Beni tanıyan pek çok insanın bildiği üzere; benim feci bir yükseklik korkum var. Örnek vermek gerekirse; okul bahçesinin 5 metre yüksekliğindeki duvara oturup ayaklarımı aşağıya sarkıtmışlığım yoktur. Korkunun boyutu anladığınıza göre olaya geçeyim.

Dün arkadaşlarımın ısrarıyla Galata Kulesine gittim. Öncesinde 10 kiloluk çantamla hayatımda çıkmadığım kadar yokuş çıktığım için, bitkinlikten yükseklik korkumun olduğunu asansörle 4. kat civarına gelince hatırladım. Artık iş işten geçmişti, mecbur çıkacaktık 9. kata kadar.

Kulenin tepesine vardığımızda, yanımdakilerden " vaov, abi manzaraya bak ya, bütün İstanbul gözüküyor" gibi tepkiler gelmeye başlamıştı, oysa benim tek düşündüğüm "acaba burdan düşsem kaç saniyede aşağıya varırım, ulan 700 sene dayanmış 20 dakika daha dayanır herhalde bu zemin, niye burda bu kadar çok alman var_?" gibisinden şeylerdi. Neyse, kulenin balkonuna çıktık( balkon tabiri ne kadar doğru bilmiyorumi belki başka bi ismi vardır). İşte o anda büyük şaşırtıyla(bilmeyen arkadaşlar için; şaşırtı, süprizin türkçesi olup kendi ekibim tarafından bulunmuştur) karşılaştım. Kuleyle korkuluklar arasında sadece 1 metre mesefa vardı. Önceleri kulenin duvarıyla bütünleşip nabzımın yükselişini takip ettim. Sonra oradakilerden biri " bi saniye geçebilir miyiz_?" deyince kaçılmaz olanın- yanı korkuluklara yaklaşıp aşağıya bakmamın- zamanının geldiğini farkettim.

Dile kolay, 67 metre... Ben korkuluklara yaklaşınca birden soğuk terler dökmek deyiminin gerçekten de varolduğunu anladım. Ben kulenin kenarına gelince sağa doğru tura başladık. Turun yarısına gelince kulenin çevresinin yürüdükçe arttığının(sonu gelmiyordu çünkü) ve çarpık kentleşmenin ne olduğunu öğrendim. Artık ileri bakıyordum, az da olsa tedirginliğim geçiyordu. 3-4 resim, birkaç " aa bak ne güzeeeel" deyişleri ve salak Alman turistten sonra turu tamamlamayı başardık. Bizimkiler manzaranın tadını çıkartırken, ben titriyordum resmen. Benim kapıya vardığımızı görür görmez hemen içeri dalmamla hayatımın en zor geçen 20 dakikası sona ermişti.

Şimdi bu geziden elde ettiğim sonuçları yazayım;
- Artık en küçük kestirmede bile rüyamda bi yerlerden düşüyorum,
- Almanlar salaktır( malların hepsi ok yönünün tersine dönüyordu),
- Turistleri baya kazıklıyoruz( 5 liralık şeyler, "for tourists 10 ytl" gibi özel fiyatlara satılıyordu),
- Kulenin tuvaletleri bile 7. katta olduğu için heryerden korku fışkırıyor,
- "Korkularını yenmek için onlarla yüzleşmelisin" diyenlere artık gönül rahatlığıyla "hassiktir lan" diyeceğim,
- Bi yere gitmeden önce nelerden korktuğumu gözden geçirmeliyim,
- Satılan maket kuleler çok dandik, hemen uçları kırılıyor. Çağrınınkini kırdım ordan biliyorum.

Aklımda kalanlar bunlar, belki daha sonra başka şeyler eklerim .

İlla korkularımı yenmek istiyorum diyorsanız, hayal hücünüze kilit vurun. Mesela kuledeyken neler olabileceğini düşünmeyin, sadece ileri bakın.

(resimde güldüğüme bakmayın, bacaklar titriyor aslında o sırada)

16 Şubat 2008 Cumartesi

26 Dakika

Yeavuz'un yorum yapmak için başlık açmam konusunda beni sıkıştırması ve All-Star başlayana kadar yapacak işim olmaması nedeniyle yeni gönderi yazıyorum. aslında bu yazı 20 dakika önce yazılmış olacaktı. ama rap üzerine yaptığım ve her zamanki gibi yine iki tarafında ikna olmadığı bir konuşma yüzünden geçikti. zaten tartışmalardaki amaç da farklı görüşlerle ifade zenginliğini zenginleştirmek değil midir.

Yazıma gelecek olursak, ilk kez kafamda bir konu belirlemeden yazıyorum. ilham perisi midir, ne boktur, onu bekliyorum. ( bu şey gerçekten var mı yoksa_? aşağıdaki yazıyı tekrar tekrar silipbaştan başlamam-düzeltmem ve bitirmem 26 dakika sürdü)



Tik-Tak tik-tak... duvarda asılı olan yeşil saatimden gelen bu ses bana bir-iki hafta önceyi hatırlattı. kuzenimde kaldığım gece yatağa yattığımda gelen tek ses buydu. tik-tak... insana sanki zamanın ne kadar hızlı geçtiğini hatırlatı. gerçi daha hayatın avucumuzda tuttuğumuz su misali nasılda akıp gittiği hakkında bir söylevde bulunmak için erken bir yaştayım, ama o tik-tak'lar bana bunu hatırlattı. LGSye geçen hafta girmiş, okula 3 gün önce başlamış, tatil ise dün bitmiş gibi geldi bana.
Birkaç tik-tak'tan sonra aklıma yeni düşünceler geldi. daha önce de söylediğim gibi, yalnız kaldığımızda düşünürüz. bunun çok kötü olduğunu ve insanın en çok sıkıldığı an olduğunu sanıyordum. fakat değilmiş. en kötüsü düşünecek bir şeylerinin olmamasıymış. hayattan bir beklentinin olmaması," ne yaptım ben şimdiye kadar, ileride neler yapacağım, yarın acaba farklı ne olacak, neden böyle böyle yaptım ki, onun yerine şunu yapsam daha iyi olurdu neden o zaman bunu düşünememişim _?" gibi sorular karşısında bi çare cevap aramakmış.
Saatime baktığımda ilk tik-tak'tan sonra 1 saat geçmiş olduğunu farkettim. kendimi farklı şeyler(oyunlar,spor,diziler) düşünerek uyumaya ikna ettim. sabah kalktığımda ise en çok şaşırdığım şey " ulan ne salak şeyleri düşünüp uykusuz kalmışım" demem oldu. fakat hava kararıp saatler yatma vaktine doğru koşarcasına yaklaştığı zaman o ses yine duyuldu; tik-tak...
yine yatmamak için bin bir türlü bahane buldum. gel gör ki yine yattım yatağa. yine aynı sorular, yine aynı sıkkınlık sardı beni. keşke hiç uyumak zorunda olmasaydık diyordum kendi kendime.
Sonra bir şeyi farkettim. bu sorulara neden cevap arıyordum ki_? zaten cevabını bilmiyor muydum_? benim sevdiğim bir söz yok muydu_? neydi o, neydi o_? heh işte bulmuştum. Carpe Diem... bunu bi arkadaşımdan alışkanlık edinmiştim, daha sonraları fazla kullanmamaktan ihtiyacım olduğu zaman aklıma gelmemişti. anlamı "anı yaşa" olan bu söz bütün soruları cevaplamıştı.
Artık o ses bir melodi gibi geliyordu.

tik-tak tik-tak...

29 Ocak 2008 Salı

Mutluluk

Hayır, size geçen gün Kanald'de gösterilen, baş rolünde Özgü Namal'ın oynadığı ve bilmem kaç tane ödül alan filmden bahsetmeyeceğim.

Mutlu muyuz_? Bu sorunun cevabını herkes "evet" olarak vermek ister. Aslında bütün hayatımızı bu soruya evet diyebilmek için harcarız. Arkadaşlarımızla vakit geçiriyoruz, sınavlardan iyi notlar almak için çalışıyoruz, iyi bir üniversite için çalışıyoruz, mesleğimizde ilerlemek için çalışacağız, evleneceğiz, çoluk çocuğa karışacağız... bunların ortak amacı da mutlu olmak yani "evet" diyebilmek için.

Peki mutlu muyuz_? Genelde herkes buna evet diye karşılık verir. Ama gerçekten hangimiz mutluyuz. Düşündünüz mü hiç neden yanlızken, yapacak bir şeyimiz yokken gülmeyiz_? Gülmekten kastım kahkaha atmak değil. Sadece tebessüm. Arkadaşlarımızla güzel vakit geçirirken, hayatımızda hoş gelişmeler olurken, eğlenirken ve daha bir çok şey karşısında gülümseriz. Bu yüzden de kendimizi mutlu olarak varsayarız.

Peki mutlu değil miyiz_? Çoğumuz değil. Nedeni ise sürekli somurtmamız. Evet, somurtmamız. Yalnız değilken ve aklımız sürekli başka işlerle meşgulken gülümseriz. Bunun sebebi ise hiç düşünmek zorunda kalmayaşımız. Neden otobüste, yolda, ya da herhangi başka bir yerde gördüğümüz insanlar yalnızken gülümsemez_? Çünkü düşüncelerini yönlendirecekleri bir şey yoktur. Kendi vicdanlarıyla başbaşa kalmışlardır. geçmişteki hatalarını, pişmanlıklarını, ulaşamayacakları hayallerini, üzerlerindeki baskıları, yapmaları gereken yükümlülükleri, başlarına gelen olumsuzlukları, çaresizliklerini düşünürler. Düşünürler ve mutsuz olurlar. Bu yüzden insanlar mutlu değildir.

Gülümsemelerimizin bir çoğu sahte bir mutluluktan kaynaklanıyor. Sadece hüzünlerimizi unuttuğumuz, aklımızın başka şeylerle meşgul olduğu zamanlarda gülümsüyoruz ve kendimizi mutlu zannediyoruz.

Peki mutlu insan yok mudur_? Elbette vardır. Yaptıklarından pişmanlık duymayan, hatalarını telafi etmiş, hayatını hep kendi istekleri doğrultusunda ilerleten, baskı ve yorgunlukla başa çıkabilecek, başına gelen her türlü olumsuzluğu yenebilecek donanıma ve kişiliğe sahip olan insan mutludur.

Yolda veya otobüste gülümseyen birini görürseniz yadırgamayın. bilin ki o kişi "mutlu musun_?" soruna gönül rahatlığıyla "evet" diyebileceği için gülümsüyor.

Sizin de "evet" hayatın her döneminde evet demeniz dileğiyle yazımı bitiriyorum.

-bu yazıda da çok fazla imla hatası olur, yakın zamanda düzelteceğim

25 Ocak 2008 Cuma

Tatil

( bu satırları kotamın son kırıntılarıyla yazıyorum)
Bir aya yakındır bir şey yazmamışım bloga. bu da son bir ayımın nasıl geçtiği hakkında epey ipucu veriyor aslında. deli gibi bir sınavdan diğerine koştururken unutmuşum blogu.

Bu yazıyı yazmamda arkadaşımın " blog açmışsın 5 aydır bir şey yazmıyorsun aq" cümlesi baya etkili oldu. ayrıca farkettim ki yılın ilk yazısı da oluyor bu aynı zamanda.

Yılın ilk yazısını karnelerden-dolayısıyla tatilden- önce yazmamın bir işaret olduğunu düşünüyorum. "nasıl bir işaret_?" diye soracak olursanız onu bilmiyorum.

Belki de işaretin vermek istediği ileti (mesaj değil, türkçesi varken ne hacet, ingilizcesine)
bu yazıyı okuyup tatilinizi buradan kazandığınız yeni farkındalıklakla şekillendirmenizdir(hassiktir! dediğiniz duyar gibi oldum).

Herkes gibi ben de tatil için sürüyle plan yapmıştım. ama tatil yaklaştıkça bu planların bir çoğu başka bir tatil olan, daha doğrusu tatillerin anası kabul edilen yaz tatiline sarktı. oradan da eylüle....-kestim- neyse çok uzadı.

Tatil bildiğiniz üzere 15 gün( aaaa! dediğinizi duyar gibi oldum). bunu en iyi şekilde değerlendirmeliyiz. eğer psikopat veya inekseniz( gerçi birbirine yakın kavramlar) size 2. dönem konularını çalışmanızı, dönem ödevlerinizi yapmanızı, öss için sorular çözüp beyninizi patlatmanızı ve okul için gerekli olan dinlenmeyi gerçekleştiremediğiniz için 2. dönemde ortalıkta zombi gibi gezmenizi önerebilirim.

Bu yazıyı okuyan hiç kimsenin ilk tavsiyeye uyacağını sanmıyorum. zaten öyle olsalar şu anda test çözüyor olurlardı.

Asıl önerim ise okul varken vakit bulup da yapamadığınız şeyler için zaman harcamanız. bu yüzden önce plan yapmalısınız. öncelik sırası belirleyip neyi ne zaman yapacağınızı tahmin etmelisiniz. mesela haftada 2 gün gitara giderim, hafta sonları arkadaşlarla buluşurum, şu şu şu kitapları okur, bu bu bu oyunları oynar, o o o dizileri indirir izler, o bu şu .... gibisinden bir şey yararlı olur gibime geliyor.

Eğer programınız olmazsa daha neyi yapacağınıza karar vermeden tatilin bittiğini ve bir pazar gecesinde msn başında pörtlek gözlerle yanıp sönen turuncu ışıklara baktığınızı farkedersiniz. program derken; saat 14.00-15.00 arası bunu yapmalıyım, pazar saat 12.00-15.00 arası arkadaşlarla sinema da olmalıyım gibisinde bir şeyleri kastetmiyorum.

Zaman kısa 15 gün, Spor Servisi(ntvde haftaiçi hergün saat 23.30da. burcu esmersoy sunuyor) gibi göz açıp kapayıncaya kadar bitiyor.

İyi tatiller, sıkılırsanız bloga bir bakın derim. belki okumaya değer bir şeyler çıkar.

şefin( ne alaka dediğinizi duyar gibiyim) tatil önerileri;
- müzik indirmek isteyennler için; rock/metal dinliyorsanız Uriah Heep ve helloween , eğer dinlemiyorsanız camdan atlayın zaten(sadece latife yaptımi, salak saçma yorum yapmayınız)
- film izlemek isteyenler; the Prestige(çağrı anlatcam ben sana onu merak etme), iskelet anahtar
- dizi isteyenlere; FullMetal Alchemist(kendisi anime olur ve 50 bölümdür)
- kitap; Gediksavaşları Efsanesi
- hobi; resim veya gitar kursu

Not: Bu arada söylemeden geçemeyeceğim; +18 filmlere " gireriz abi baksana 18 göstermiyor muyuz_?" gazıyla gitmeyin. kapıda kalınca çok fena içinizde patlıyor.

(çok fazla bir şeyler "duyar gibi oldum". bi sorun var yamulmuyorsam)

-epey bir yazım hatası var , bi ara düzelteceğim.


Get Music Tracks! Make Your Own!