23 Haziran 2009 Salı

Ekşın!

Bildiğiniz üzere, ufak tefek, minik şeyler genelde sevimli olurlar. Civciv'dir, oyuncak ayıdır, vs. vs... Bu genelleme içinde bakınca, mini kelimesini barındıran minibüslerin de, dolayısıyla minibüsçülerin de şirin olmaları gerekir. İş teoride böyleyken, pratikte bambaşka oluyor. Mini mini, yanakları sıkılası, saçları okşanası şeyler olmaları gerekirken, bütün minibüsçüler "ağır abi" kavramının değişmez modelleri olarak yer edinmişler belleklerimizde.

Toplum bizi, elimizde olmayan bir şekilde, farklı rollere sokuyor ve bu hayat sahnesinde oynamaya zorluyor. Tamam, oynayacağımız rolü belirleyemiyoruz ama bu rolün oyundaki etkisini belirlemek bizim elimizde. Demem o ki, içinde bulunduğumuz şartlar dahilinde elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışmalıyız.

"Küçük rol yoktur, küçük aktör vardır." (hayır, minibüslere bi takıntım yok)

Taşındık

Yaklaşık 1 buçuk yıldır devam eden site temasını değiştirdim. Büyük yardımı olan alan a teşekkür eder, artık okurken gözlerinizin yorulmamasını temenni ederim.

19 Haziran 2009 Cuma

Ben Bugün Bunu Oldum

Gece geç yatıp, erken kalkmanın etkisiyle, çıktığım sokakta sendeleyerek ilerledim. Minibüse binecektim. Durakta yerimi aldım. Enva-i çeşit renkteki araçların oluşturduğu trafikte gözlerim o büyük beyaz puntolarla yazılmış, minibüs bekleyenleri gülümseten, küresel ısınma takıntılıları hüzünlendiren o "KLİMALI ARAÇ" ibaresini aradı yolun kenarından. 10 dakika geçmiş ve hala hiçbir klimalı araç görememiştim. Sonunda, yuttuğum egsoz dumanı ve beynimle "tanışabilir miyiz bağyan" diyerek söze giren tatil yöresi insanının aradığı cinsten bi münasebete girmeye çalışan güneş, beni bu bekleyişimden vazgeçirdi. Nispeten boş gördüğüm ilk mavi-başlıklı minibüse biniverdim.

Bir elimle her zamanki pis metal kokusunu üzerinde barındıran, sarı demirlerden birine tutundum. Özenle önce en küçük paraları toplayarak oluşturduğum ücretimi, " bir kişi Acıbadem" diyerek şoföre (otobüsteki haline kaptan diyoruz) uzattım. Uzatılan elde, yıpranmışlığın, emeğin, yılların yorgunluğunun ve taze silinmiş bir sümüğün izlerini gördüm. Kararan avuçiçlerinin devamında yukarı doğru kıvrılan, sigara tutmak için özel çukurların oluştuğu parmakların meydana getirdiği o ilginç çukur yere parayı bıraktım. Bu pozisyon paraları yarım metre geriden bile düşürmeden alabilmeyi sağlıyordu. Dolmuşların ilk kullanılmaya başlanıldığı zamanlarda ortaya çıkıp, yılların getirdiği tecrübelerle kusursuzluğa ulaşmış ve şimdiki halini almıştı bu hareket. Ters kepçe diyorum ben bu şekle.

Yol sıkıcı olduğu için, paraların konulduğu beyaz kül tablalarının bulunduğu o çıkıntıya doğru yaklaştım. Burada, arkadan gelen paraları şoföre uzatıp, para üstlerini doğru verip vermediğini takip ederek zaman öldürüyordum. Bir süre sonra götüme temas eden götlerin sayısının artmasından, minibüsün artık insan olmanın gerektirdiği doluluk sınırını aştığını anladım. Şoför kül tablalarının olduğu o büyük şeye oturmamı söyledi. Oturunca bi rahatlık çöktü. Dizlerime falan iyi gelmişti.

Oturmanın verdiği rahatlığa alışınca, gözlerim, hemen önümde duran teyzenin ilginç çiçeklerle bezenmiş sarı elbisesine takıldı. Hipnotize olmuştum adeta. Aman tanrım ne desendi o öyle. Yavru ceylanı yemek için ağzını açmış aslana benzer yaprakların ve kuş bokunun düştüğü yerde bıraktığı o şekilsiz lekeyi andıran beyaz çiçeklerin oluşturduğu, gözlerinizi üzerinden alamadığınız garip bi desendi. Bu rahatsız edici derecedeki derin odaklanışımı, "bir kadıköy lütfen" sesi bozdu. Oha, çiçek deseni konuşmuştu! Bir olağanüstülük olduğunu sezmiştim bu şekilsiz çiçeklerde. "pardon, kadıköy uzatır mısınız" dedi çiçek. Sonra omzumda bir parmak hissettim. Yavaşça kafamı kaldırdığımda konuşanın çiçek değil de, onu giyen teyze olduğunu gördüm. "ta, ta,ta-bi" dedim. Parayı aldım ve 30 santim yanımdaki şoförün ters kepçe pozisyonundaki eline koydum. İşte her şey o zaman başladı.

İlerleyen saniyelerde binen bütün yolcuların paraları bana uzatılmaya başlandı."buradan 2 kadıköy, şundan 1 hastane, Göztepe Köprüsüne gelince haber verir misiniz_?..." istekler yağıyordu üzerime. Şoförün bıyık altından pis bi gülümsemeyle aynasını düzelttiğini gördüm. Olanları yeni anlıyordum. Fasulyeden minibüsçü olmuştum. Tamamen isteğimin dışında yüklenmiştim bu vazifeyi ama olmuştu artık, kül tablası çıkıntısındaydım bi kere, kaçış yoktu.

Sistemi kısa sürede çözdüm. İzlediğim mafya filmlerinde gördüklerime benziyordu biraz. Kirli işleri ben yapıyordum, ama tüm otorite ondaydı (o = şoför). Herkes bana uzatıyordu ama arkadan vermeyen kaldı mı esprisini o yapıyordu. Paralar önce benim elime geçiyordu ama akabinde ona iletiyordum. Tüm sesi kısık amcalara " Pardon, neresi demiştiniz_?" diye ben soruyordum. Aracı o durduruyor, yolcuları o alıyordu. Ben işin muhasebe ve halkla ilişkiler kısmındaydım. Zordu işim. Verilen paraların neresi için olduğunu aklımda tutmam gerekiyordu. Yeri geldiğinde "bostancı sapağında inecek var mı" gibi soruları seksi hafızamdan çıkardığım bilgiler ışında cevaplıyordum. İşin zor kısmı halkla ilişkilerdi. Boşalan yerlere hanımları kanalize ederken, erkeklere öncelik vermeleri gerektiğini hatırlatan küçük işaretler gönderiyordum. Tüm bunları yaparken de kafamı her çevirdiğimde o çiçek desenli giysinin renkleri ve şekilleri içinde bilincimi korumaya çalışarak büyük bir irade örneği gösteriyordum (O teyzede bi gariplik vardı, hissediyordum). Teşekkürleri, önemli değil, rica ederim gibi kelime öbekleriyle ustaca cevaplandırıyordum aynı zamanda.

-Küçük açıklamam geldi-
"Rica ederim" futboldaki uzun pasla çıkılan kontra atak gibidir. Ne zaman koşmaya başlayacağınızı iyi ayarlamanız gerekir. Hareketlenmek için geç kalırsanız, gelen topa yetişemezsiniz. Ama çok erken hareketlenirseniz de ofsayt'a düşersiniz. Teşekkürün akabindeki "Rica ederim"de de ayarlamanız gereken şey sesinizin şiddeti. Eğer çok yüksek sesle söylerseniz, "o kadar para uzattık, teşekkür etcen herhalde, kıçımdan ter aktı onu uzatırken benim" gibi anlaşılır (ofsayt durumu). Yok böyle değil de, kısık sesle söylerseniz karşınızdaki duymaz ve "senin teşekküründen ne olcak, etken ekime kadar etmesen ..." gibi algılanır. Sesi duyulurla duyulmaz arasında tutmak zorundasınız. Karşınızdaki bir şey dediğinizi duyacak ama tam da anlamayacak. Zor iş gerçekten.
-Son-

Bu kısa açıklamadan sonra kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Geçen 10 dakikanın ardından kendimi özel hissetmeye başlamıştım. Karşımdaki insanlara benzemiyordum. Ben farklıydım. Ben oturuyordum, hem de erkek olmama rağmen gelen yaşlılara yer vermek zorunda değildim! Çünkü oturduğum yer, aynı zamanda beceri ve disiplin isteyen bir görevi de omuzlarıma yükleyordu. Kimseye veremezdim yerimi. Artık ellerimde metal tutunma çubuklarının pis kokusu yoktu. Onun yerine paranın pis kokusu vardı. Herkes ileride uzanan yola bakarak ilerlerken, ben genel asayişi ve uyumu sağlamak için yolculardan gözlerimi ayırmıyordum. Para üstlerini kontrol ediyor, 2 kişi binip bir kişi uzatanları uyarıyor, fortçulara göz açtırmıyordum. Camları açık tutup, çocuklara kafalarını uzatmamalarını tembihliyordum. Paraları ters kepçe manevrasıyla alıp, para üstlerini, bozuk para ise büyükten küçüğe sıralayıp iki parmağımın arasında sıkıştırıp veriyordum. 40 yıllık minibüsçüden daha minibüsçü olmuş gibiydim.O iğrenç terle karışık osuruk kokusu bile artık rahatsız etmiyordu beni. Burası iyisiyle kötüsüyle benim hükümranlığımdı. Tüm yolcular ise tebamdı. ( Sarı elbiseli teyzeyi tenzih ederim. Onda bi gariplik vardı.)

Kadıköy'e yaklaştıkça minibüs boşalmaya başlamıştı. Ortamda artmaya başlayan O2 miktarı beynime zuhur ederek bilincimi az da olsa açtı. İşte o an bu rüyadan sıyrılmam gerektiğini çünkü Acıbadem'e gelmemize çok az kaldığını farkettim. Peki minibüs'ü nasıl bırakacaktım. Bensiz şoför nasıl 50 lirasını bozduracak birini bulacaktı_? yada da tüm o karmaşık para işlerini düzene sokacaktı. Ondan da öte, bu mevkiyi ben dişimle tırnağımla kazanmıştım. Bunca emek bir hiç uğruna mıydı_? Ayrılık zordu, biliyordum ama beni bekleyen insanlar vardı ve onları özlemiştim. İnmem gerekiyordu. Buruk bir şekilde "Abi üstgeçitte..." dedim. Gerisi gelmedi. Başım öne eğikti. Onun yüzündeki hayal kırıklığını görmek istemiyordum. Araç durdu.

Kapı pısss'ladı. Adımı son basamağa atınca arkamı dönüp son bir kez baktım. Gördüğüm şey ise, pis sırıtışıyla aynasını düzelten bir şoför ve kül tablalarının önünde tüm heybetiyle dikilen, oturduğu yere alışmaya çalışan sarı üzerine garip çiçek desenli bir elbiseydi. O teyzede bir gariplik vardı. Bunu biliyordum. Ve minibüsçülük içgüdelerim yanıltmıyorsa benim işimi sürdürebilecek tek kişi o olmalıydı.


Bu yazıdan ne çıkardık:
- Okulda teşekkürü cevaplamak, oksijenin kıt olduğu durumlarda beyin fonksiyonlarımızı normalde tutmak için neler yapmalıyız gibi nice, günlük hayatta can kurtaracak bilgi verilmiyor.
- Makam, mevkii falan boş işler. Kişi ne oldum değil ne olacağım demeli. İş hayatında veya okulda bizi önemli kılan ismimiz olmalı, onun başına gelen ünvan sıfatları değil. O sıfatlar zamanla gidecektir, kalıcı olan ismimizin taşıdığı değer olacaktır.
- Acıbadem aslında çok kolay bi yer, yeter ki gitmek istediğin yeri tarifine uygun şekilde ara.


Yazı hakkında ne demişler:
(Bu kısım yazıya yorum yapmaya üşenen okurları teşvik için oluşturulmuş olup, gelen eleştirilerin yayımlanması amacıyla konulmuştur)

16 Haziran 2009 Salı

Var Mısın Yok Musun_?

Bu satırları odamın derin sessizliğinde yazıyorum, dememek için müzik açtım. Önümdeki tabakta, bu saate kadar yenilmedikleri için suratlarını astıklarını düşündüğüm kirazlarıma bakıyorum göz ucuyla. Teker teker yiyip, çekirdeklerinin iyice temizlendiğine emin olana kadar ağzımda tutuyorum her birini.

Her bir somurtuk kiraz tanesini ağzıma attığımda, acaba sorusu geliyor aklıma ister istemez. Acaba içinde kurt var mıdır_? Çiğnemeye başlayınca birden geçiveriyor endişem, derin bi rahatlama çöküyor üstüme. Derste küfredip, öğretmen tarafından duyulmuş mudur diye kafasını kaldıran ve öğretmenin tahtada yazmaya devam ettiğini gören bi öğrenci kadar rahatlıyorum; dışarıdan gelen kaza sesi üzerine, lüften benim arabam olmasın dilekleriyle cama koşup, arabasını kazadan uzak olan yerde, sapasağlam gören bi baba kadar rahatlıyorum; otobüste otururken, yaşlı teyzenin bindiğini farkedip, teyzeye onun yanına gelmeden başka biri tarafından yer verildiğini gören uyuşuk bir günümüz genci kadar rahatlıyorum.

Bu endişe ve rahatlama döngüsünün nedeni, bundan seneler evvel, teyzemin ısırdığı kirazın içinden, memur tipli gariban bir kurtçuğun, trafikte arkadan çarpan sürücünün mahçupluğu ve naifliğiyle kendini göstermesiydi. Evi parçalandığı için bir parça sinirlenmiş ama hala hayatta olduğu için de şükreder bi hali vardı kurtun. Hatta kurtçuğun diyelim.

İşte o zaman yerleşti bu korku içime. Korku da denemez ya, endişe.

Zaten pek meyve seven biri değilimdir. Bu korku, yok yok, endişe diyelim, işleri daha da kötü yaptı.

Mevye seven bi insan ne güzel insandır halbuki. Yanakları her daim kırmızı, yazın cepleri erik dolu, kışları çantasında elma vardır onun. Sevilesi, örnek alınasıdır pek çok zaman. Çocukluğunda karpuz çekirdeği fırlatmak için genişleyen yanaklarını ömrü boyunca gururla taşır, makas alınmak istendiğinde, mahcup bi gülümsemeyle uzatır yanağını.

Önyargının kötü olduğu sonucunu çıkardım ben bu kısacık olaydan. Sizce de öyle değil mi_? O gün o kurtçuk abiyi görmeseydim, belki şimdi daha bi hapur hupur kiraz yiyor, bu yüzden de meyvelerle olan seviyeli ilişkimi, baya laubali, senli benli bi hale getirirdim.

Hayatta çok oluyor bu bana. Küçükken ne zaman bi kalem almaya niyetlensem, yanımdaki çocuklardan biri o kalemlerden daha önce kullanmış olurdu. "ben, benim anneme söylicem, arkası kırmızı, önü mor olan kalem, bi de üzerinde batman olan silgi aldırcam ben" O zamanlar özneyi yeni öğrendiğimiz için, babamızın malı gibi cümlelerde bol bol kullanır (annenin doldurduğu yemek tabağı misali), bana mısın demezdik, cümlenin içine ederdik ama mutlu olurduk. Çünkü derste gördüğümüz bişiyi uygulama fırsatı geçmişti elimize. Sorduğum arkadaşım kesinlikle ikisini de daha önce kullanmış olur, en azından beni ikna edebilecek kadar uydurma yeteneğine sahip olurdu. "Ya o kalem elini boyuyo, sonra çıkmıyor sittin sene" Sittinin de küfür olduğunu sanıyor ve argo ihtiyacımızı görüyorduk. Örnek verelim; "ben senin sittin sene, o öğretmen çok sittin sene!" vb... Peki silgi alırım o zaman sadece, deyince de; o silgiler çabuk parçalanıyor, ben aldım atomlarına ayrıldı, gibi bi cevap gelirdi. Atom da o zamanların en moda kelimelerindendi. Atomu karıncaların ürettiğini düşünürdük bu yüzden de karıncalara saygımız vardı. Bu teori atom karıncadan temel alınarak geliştirilmiş fakat imkansızlıklar yüzünden test edilememişti o yıllarda. Sonra ettik ama, yokmuş öyle bir şey. Eve gidince annem bana, hadi kırtasiyeye gidilem derdi. Ben yılların tecrübesi ve Emin'in gazlamasıyla baya bi bilgi yüklü olduğumdan anneme, hıh dercesine bi bakış atar, deterjan reklamındaki Ayşe öğretmenin kendisine yazdığını düşünen çocuğun edasıyla, anne ya onlar el boyuyooo, ben istemem, diğeri parçalanıyor, ben, sen alma onlardan, biz, siz, onlar... falan diye öznelerle devam eden bi vazgeçme cümlesi kurardım.

İşte böyle böyle, başka insanların tecrübelerinden bana geçen bi korku baş gösterdi bende. Baş göstermedi, kafası girdi resmen. Bu korkular önyargıları doğurdu. Pek çok girişimimi belki bu yüzden baltaladım kendi ellerimle. Halbuki herkese aynı şey mi olacak, o yandı diye benim de mi başım yanacak sanki o işten. Al işte, bi tabak kiraz yedim, bi tane kurt, bırak kurtu, kurtçuk çıkmadı.

Uzun lafın kısası, anlatmak istediğim şu; o şerefsiz Emin olmasaydı belki ben daha girişimci biri olacak, kırmızı-mor kalemim ve batmanli silgimle başlayan girişimlerime, 10 yıl sonra kendi holdingimle devam edecektim. Kısmet tabi bunlar. Bilemeyiz. He bi de, önyargı kötüdür, yapmayın sakın.

Acaba bu kirazda var mıdır kurt...
Oh yokmuş...

Acaba bu kirazda var mıdır kurt...
Oh yokmuş...

Acaba bu kirazda var mıdır kurt...
Oh yokmuş...


...

14 Haziran 2009 Pazar

Turuncu Gofret

İhanete uğramak çok ağır bi duygudur. Acı demiyorum. Ağır bi duygudur. Acı duygular farklıdır. Acı duygu yaşandığında, göğsünüz jiletle kesilmiş gibi olur. Başta bir şey belli olmaz. Sonra kan akmaya başlayınca anlarsınız her şeyi. Acı da birden patlar. Ama yarayı kapatmak mümkündür. Sevenlerin yardımıyla olsun, maddi olanaklarla olsun, bi şekilde kapanır o yara.

Ağır duygu bundan bambaşkadır. Ağır duyguda sanki sırtüstü yatarken göğsünüze bi ağırlık konulmuş gibi olur. Sıkışırsınız. Belli bi acı baş göstermez ama o bişiyin altında kalma, çaresiz olma hali çok daha fenadır. İşin kötüsü çoğu zaman kollarınızda o yükü kaldıracak gücü de bulamazsınız. Derdinizi anlatamazsınız. Baskı artar. Çünkü anlatabilseydiniz, yükü kaldırmak için başka kollar da yardıma gelirdi. Ama anlatamazsınız. Sorunun ne olduğunu, çözümün ne olduğunu, hatta bi sorunun olup olmadığına bile karar veremediğiniz için yardım isteyemezsiniz. Çok bok bi durumdur.

Bundan 10 sene önceydi. O zamanlar ilkokul 2. sınıfta dakikada 27 kelime okuyan, düz çizgi çizmeyi büyük başarı sayan, blok flütün tüm müzik aletlerinin atası olduğunu sanan, power rangersların yayımdan kalkmasının acısını yeni yeni atlatmaya çalışan küçük bi Mustafaydım. Küçük bi Mustafa bile değildim. "küçük mustafa" idim. Harfler arasındaki hiyerarşiye karşı olduğumdan dolayı M'yi sevmez, m ile yazardım adımı. Maksat küçük harfler üzülmesin.

Çocukken üzülmesini istemediğiniz şeyler cansız varlıklarken, büyüdükçe düşünebilen, konuşabilen şeylere kayıyor merhamet duygumuz. Önceleri silgimin kopmasına üzülürken, ilerleyen yıllarda kedilerin üşümesine, şimdilerde ise insanların üzülmesine üzülüyorum. Evet, insanların üzülmesi çok üzücü bişi benim için.

Daha silgiye üzülen safhadan kediye üzülen safhaya geçiş yaptığım yıllardı 2. sınıf yıllarım. Nedense bir türlü unutmadığım bir ihanet yaşamıştım. Belki de ilkokul dendiğinde aklıma gelen 2 şeyden biri bu olabilir. Diğeri de 5. sınıfta, sınıflar turnuvasında attığım goldü.

Taha diye bir arkadaşımız vardı. Sınıfın reisi olan, öğretmene ilk kez hocam diyen, derste konuştuğu için sürekli kulağı çekilen ama iyi top oynadığı için de üzerinde delicesine otoriter olmasını sağlayan bi liderlik aurası saçan çocuklardandı. Herkese istediğini yapar ama siz " Taha ya" deyip küçük bi itiraz ortaya koyabilirdiniz en fazla.

Bizim sınıfımızda 5 yıl boyunca uygulanan; hala aklıma geldikçe hayran kaldığım, imece'nin atası olduğunu düşündüğüm ama daha sonra imecenin aslında daha farklı bişi olduğunu öğrenip, atası olmadığını farkettiğim ama hayranlığımı devam ettirdiğim bir beslenme saati organizyonu vardı.

Okulda ilk tenefüs 20 dakikaydı ve bu sürede ilkokul çocukları beslenme saati uygulaması yapardı. Ortaokulda ise bu uygulama, öğle tenefüsü kantin uygulamasına dönüştü. Yaz saati-kış saati misali. Olay şuydu: Hergün bir çocuk, tüm sınıfın beslenme saati ihtiyaçlarını karşılardı. Yani herkese tost-meyve suyu alırdı. Ya da yakınındaki bi süpermarketten halley-caprysun olayına girerdi. Kimin alacağı ise sınıf listesinden takip edilirdi. Bence harika bi sistemdi. Bir gün bir arkadaşımız herkese çokonat, nam-ı diğer, turuncu gofret almıştı. Ben annemin sabah hazırladığı kahvaltının tokluk etkisiyle gofretimi, ileride evin babasının işleri bozulursa diye bi kenara sürekli para koyan anne gibi sıramın altına koymuştum ve 20 dakikalık tenefüs bana kaldığı için de bahçede çılgınlar gibi, büyük abilerin top oynamasını izleme sporunu yapmaya gitmiştim.

Daha sonraki dakikalarda elinde turuncu gofretiyle Taha çıkagelmişti bahçeye. Pis pis sırıtıyordu. Bir Galatasaraylının Fenerbahçenin avrupa maçlarında kaybetmesi karşısında, üzüldüm ne de olsa Türk takımıydı diye geyik yapması ama içindeki sevinçten dolayı dudağının kenarının kıvrılmasıyla oluşan ikiyüzlü gülümseme gibiydi bu adeta. O anda bi karanlık çöktü ruhuma. Yoksa bu benim, o kötü günler için sakladığım turuncu gofret miydi? O zamana kadar sadece, iyi yürekli çocukların, inançları sayesinde basketbol turnuvalarında şampiyon oldukları, Kanald'de pazar günleri yayımlanan çocuk filmleriyle büyümüştüm. Böyle bi adiliğin başıma geleceğini düşünmemiştim hiç. Çünkü iyilerin başına kötü şeyler gelmezdi. Tamam, bi keresinde bi arkadaşıma salak demiştim, ama bu beni çok da kötü biri yapmazdı. Peki o zaman neden böyle bir şey gelmişti başıma_?

Taha yanıma yaklaştıkça, gofretim daha da azalıyor, ağzının kenarına yayılan çikolata izleri, ruhumun üzerini örtüyor, içeri ışık girmesini engelliyordu adeta. Ve yanıma geldi. "Taha o benim gofretim mi" diye sordum, cevabının hayır olmasını tüm kalbimle dileyerek. "Evet" yanıtı geldi, ağzında çıtırdayan fındıkların sesinin arasından. İşte ağır duygunun nası bir şey olduğunu o zaman anlamıştım. Acı bir duygu değildi bu. Batman'imin kolu kırıldığındaki duygu gibi değildi bu. Daha farklıydı. Kesmiyordu, eziyordu göğsümü. İhanetle tanışmıştım. Ve kendisini hiç sevmemiştim.


"Keşke yemeseydin Taha" dedim. Onun cevabı ise sadece omuz silkmek oldu, zilin çaldığı ve beraberce sınıfa doğru çıkmaya başladığımız zaman.

13 Haziran 2009 Cumartesi

Dizlerim ağrıyor.


Get Music Tracks! Make Your Own!