31 Ağustos 2009 Pazartesi

Lost into the Wild

Kaçmak istiyorsun ya için için, bırakıp gideyim buraları, kimse bilmesin kimse haberdar olmasın diyorsun ya derinden, herkes ne hali varsa görsün, hiçbir derdimin beni bulamayacağı kadar uzaklaşayım her şeyden herkesten diye diliyorsun ya gönülden...

İşte tam o zaman gerçek mutluluğun sadece paylaşarak elde edildiğini hatırlat kendine.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Durdu



Sıkıştı ve sıkıştı. Dayanılmaz hale geldi. Çığlık atmak istedi. Kimse duymamalı ama. Farkına varsınlar bir şeyler olduğunun ama tam da anlamasınlar. Duyurmak yerine düşündürmek daha iyi. Düşünsünler ne olduğunu. Duymalarına gerek yok. Ne yaptık desinler. Neden diye sorsunlar kendilerine.

Yürüdü, yürüdü. Sıkıntı artıyordu gecenin göğsüne atılan her adımla. Gökyüzüne baktı. Gecenin karanlığına bekçilik eden dolunayı gördü. Gülümsedi. Çaresizliğiyle alay etti. Kendi yarattığı çaresizliğiyle.

Düşündü, düşündü. Düşünmemeliydi. Çığlık atmalıydı sadece. Kimse duymasın ama. Bilsinler bir şeylerin olduğunu ama duymasınlar neler düşündüğünü.

Köşeyi döndü. Gecenin bu saatinde kimseler yoktu sessiz ara sokakta.

Dinledi, dinledi. İçindeki sese kulak verdi. Bırak, diyordu. Neyi bırakayım, dedi. Düşünmeyi, dedi. Ben de istemiyorum ama elimde değil, dedi. Çığlık atmak istediği gün yüzüne çıktı yine. Nasıl kurtulabilirim bundan, dedi. Serbest bırak çıksın, dedi. Ama olmamalı, kimse duymamalı, dedi. Duysunlar nolcak, dedi. Anlamazlar, dedi. Anlamazlarsa nolur, dedi. Yargılarlar, dedi. Korkma, dedi. Düşünsene ama sonuçlarını, dedi. Düşünmeyi kesmeni söylemiştim, dedi. Yapamıyorum, dedi.

Sıra sıra park etmiş arabaların yanından geçti. Çökmüş yüzünü gördü, karanlıkta ayna vazifesi yapan otomobilin camında. Yoldan aşağıya iniyordu.

Hatırladı, hatırladı. Hatırladıkça kıvrandı, sıkıştı, daraldı. Aklına geldikçe yıkıldı, parçalandı, ağrıdı. Çığlık atmak istiyordu. Kimse bilmemeli ama. Napacağını biliyorsun değil mi, dedi. Evet, dedi.

İskeleye attı adamını. Koştu. Ve atladı.

Düştü, düştü. Battıkça serinledi. Çığlık atmalıydı. Ama atmamalı, kimse duymamalı. Kimse duymaz seni burada, dedi. Neden, dedi. Burada kimse yok da ondan, dedi. Çığlık attı. Attıkça rahatladı. Rahatladı ve gevşedi.

Battıkça çığlık attı, çığlık attıkça rahatladı.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Burnout

Bazen fazla düşünmemeli insan, yaşamalı kuru yaprak misali savrularak. Düşünmek, kendinizi akıntısına bıraktığınız nehirde sırt üstü yatarken, ayağa kalkıp nerede olduğunuza, nereye gittiğinize, nereden gittiğinize dikkat etmeye, kısacası çevrenizi anlamaya çalışmanızdır. Ama ayakta dikildikçe, nehrin akıntısı sizi bir engel olarak görür ve sizi yıkmaya çalışır. Bacaklarınızdaki güç tükenir, vücudunuza kramplar girer. İşte insanı yoran da budur. İnsan, düşünmeyi bırakıp da, kendisini akıntıya tekrar ne zaman teslim etmesi gerektiğini bilmeli.

Yoksa çok yorar o akıntı insanı.

O kadar yorar ki, tekrar suya uzandığında kafasını nefes alacak kadar bile su üzerinde tutamaz, boğulur.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Ballooon



Büyüdükçe küçülüyoruz. Büyüdükçe çekiyoruz, ufalıyoruz, basitleşip sıradanlaşıyoruz aynı zamanda. Yükselmek için fazla yüklerini atan sıcak hava bulutu misaliyiz. Büyüdükçe bir şeyleri atıyoruz, eksiliyoruz, azalıyoruz ama yükseliyoruz.

Her şeyimiz zamanla bozuluyor, asgariye iniyor. Hayal gücümüzün enerjisini kesiyoruz adeta. İnsanlar büyüdükçe neden hayalleri küçülür ki_? İsteklerimiz, düşlerimiz o kadar sığlaşıyor ki ister istemez, büyük idealler ulaşılması imkansız deli saçmaları olarak geliyor kulağımıza. Yapabileceklerimizi anlık düşüncelerle sınırlıyoruz. İleriye bakamıyoruz. Çünkü saçma sapan işlerimizle o kadar yoğunuz ki, ileri düşünmeye vaktimiz kalmıyor. Tam anlamıyla Carpe Diem yapıyoruz, çünkü geleceğimizin nasıl olacağı şeklindeki düşüncelerden arınıp, bu düşüncelere ayırmamız gereken vakti, anlık kapris ve zevklere kanalize ediyoruz.

Yükselmek için balondan attığımız ilk şey hayal gücümüzdü sanırım.

Maddenin ötesine geçip, manayla bir araya getiremiyoruz benliklerimizi. Çocukluk oyunlarımız vardı. 2 sandalye 1 koltuktan oluşan devasa şehirlerimizde voltran oluşturur, kötü canavarları yenerdik. Ya da 2-3 kişi bir araya gelir, yepyeni bir dünyanın yıldızı yeni parlayan gizemli süper kahramanları olurduk bi kaç oyuncakla. Bu oyunlarda kullandığımız aletlerin kalitesine, dandikliğine bakmazdık, bir arada vakit geçirmenin özünü kavrar, nesneleri araç olarak kullanır, maddenin ötesine geçer, manayla buluşurduk ve hayatımızın en eğlenceli dakikalarını geçirirdik. Şimdi ise seksi bilgisayarlarımızda, gerçek olmaya yaklaştırılan figürlere saatlerce mouse tıklıyoruz. Yeni oyuncaklarımız olan bu teknolojik aletler sadece maddeden ibaretler ve asla 2 sandalye 1 koltuktan oluşan dünyamızdaki zevki bize veremeyecekler.

Balondan manayı da atalı çok olmuş anlaşılan yükselmek uğruna.

Birlikte oynadığımız oyunlarda bile manayı kaybediyoruz çoğu zaman. Futbol oynarken 5 dakika önce halı sahaya güle oynaya beraber geldiğimiz adama, hatalı gol yedi diye küfredebiliyoruz. Kazanmayı eğlenmeye tercih ediyoruz çoğu zaman bu tür oyunlarda. Hırsımız, kankası olan egomuzla birleşip bizi ele geçiriyor ve amacı eğlenmekten kazanmaya taşıyor ki, böyle olunca da oynayanların en az yarısı kaybettikleri için üzüntüyle ayrılıyor oyundan.

Hırs bulutlarının arasından geçiyoruz şu sıralar.

Sohbetlerimizin de içi boşaldı. Birbirinden farklı konular hakkında birbirinden farkı olmayan konuşmalar yapıyoruz. Küçükken pokemon kıyaslayan, en iyi oyuncu hagi diye başlayan, dün ne yaptığımızı anlatan sohbetlerimiz vardı. Evet, konu bakımından sığ oldukları gün gibi ortada ama ortada olan başka bir şey daha var ve ben asıl bunu vurgulamak istiyorum. Bu sohbetleri ederken birbirimize karşı samimiydik. İçimizden geleni söyler, ikiyüzlülük yapmaz, dürüst olurduk karşımızdaki hakkındaki düşüncelerimizde. Söylediklerimizde bizden bir parça bulunurdu mutlaka. İnsanlara duymak istediklerini değil, duyurmak istediklerimizi söylerdik.

Sanırım bizi yukarı taşıyan balondan samimiyeti de attık.

Bunları nereden mi biliyorum_? Sanırım ben balonumla biraz geriden geliyorum. Benden yüksektekiler fazlalıklarını atıyorlar ve bu yüklerin hepsini düşerken görüyorum.


4 Ağustos 2009 Salı

Dolunay



Bu gece dolunay var. İnsan bakmaya doyamıyor. Hayran hayran bakmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Saf bi güzelliği var. Kendini hiç gizlemeden güzel olabilen, gecenin en karanlık zamanında bile parlaklığından ödün vermeyen, bu dürüstlük metaforundan etkilenmemek mümkün mü_? Pek sanmıyorum.


Get Music Tracks! Make Your Own!